13 Eylül 2016 Salı

Filmlerden Şarkılar: Reign Over Me

Hazırlayan: Harika Nazlı Özkan

Bir doğum lekesi bir yanık lekesine benzetilebilir mi? Kişiye özel olan bir imge, bir olay sonucunda bir kişinin hayatının yangınına neden olabilir mi?

Tüm dünyada üzüntüyle yaşadığımız bombalı saldırılar, katliam ve darbe girişimiyle vb. yaşanan her olay tarihte, yüreklerde unutulmayacak, kocaman bir delik açıyor.

Bunlardan bir tanesi ise 11 Eylül 2001’de yaşanan New York’taki İkiz Kuleler’e gerçekleşen uçak saldırısıydı. Her toplumsal travma için, sanatçılar zamanla kayıpları sarmak, isyanları dile getirmek, ruhlarda kalan acı tadı bir nebze hafifletmek için beste yapıyor, yönetmenler film çekiyor.

Elimizde 11 Eylül anısına, çok derin, duygusal, hayatın anlamını her an sorgulatan, bu büyük toplumsal travmanın canlı kanıtı türünden bir filmimiz var: Mike Binder imzalı 2007 yapımı, Reign Over Me

Filmin adı The Who’nun Love, Reign O’er Me şarkısından geliyor.

“Sadece aşk yağmuru getirebilirİşte o gökyüzünü özlettirirSadece aşk yağmuru getirebilirYükseklerden düşen damlalar gibiAşk, hüküm sür bende”

Charlie Fineman (Adam Sandler), 11 Eylül saldırısında, eşini, 3 kızını ve köpeğini kaybetmiştir. 12 Eylül’den itibaren ise Mr. Fineman olmayı ve geçmişini reddeder. Dişçiliği bırakarak cebine sadece i-Pod’unu, Springster’ını, plaklarını, baterisini ve aşkını hatırlatan Reign O’er Me şarkısını atıp hayatına devam etmektedir.

Dr. Alan Johson (Don Cheadle), sahte insanlara sahte dişler takarak geçimini sağlayan, eşi ve kızıyla evde tek düze bir hayatı olan, kendine vakit ayıramayan bir dişçidir. Charlie, Alan’ın üniversiteden ev arkadaşıdır. Allan yıllar sonra Charlie’yi yeniden bulduğunda, Charlie eski ev arkadaşını bile hatırlamayı reddedecektir.

Filmi izledikten sonra siz de benim gibi:

- Kulaklığınızı takıp 2000’li yılların başında olduğu gibi i-Pod’unuzdan klasik rock parçalarını dinlemek için bir fırsat yaratabilirsiniz.

- Charlie gibi, şimdi sürekli mutfak yenilemektense bir şeyi kaybetmeden, mümkün olduğunca sizi ve sevdiklerinizi mutlu edecek şeyleri en kısa sürede yapmak isteyebilirsiniz.

- Springsteen’ın River albümünü plaktan olmasa da tüm albümünü bir scooterın / bisikletin üstünde şehri gezerken dinlemek isteyebilirsiniz.

- Annenizin “Ayakkabılarınla eve girme!” dediğini anımsayıp eve her girişinizde kapıda ayakkabılarınızı çıkarıp girmeye başlayabilirsiniz.

10 Eylül 2016 Cumartesi

Yollarda Bulurum Seni

Hazırlayan: Evrim Cantimur

Malum önümüzde uzun bir tatil var, her şey tamam bir tek biz eksiğiz diye düşünüp yolda size arkadaş olacak, elinizden tutacak bir liste hazırladım.Nerede olursanız olun orayı güzelleştirir mi bilmiyorum ama ortamı değiştireceği kesin.Sessiz sakin duygusal parçalardan, mutluluğa geçiş şekliyle ilerliyor hazırladığım liste ve sadece son 1-2 ay içerisinde yayımlanmış parçaları içeriyor. Her şey yepyeni.

Güzel dinlemeler.

Ben bunu indireyim de mp3 çalarıma ekleyeyim, kotama zeval gelmesin derseniz: tam da burayı tıklayınız En altta da spotify listesi var, dilerseniz oradan da yürüyebilirsiniz.

Douglas Dare – DoublethinkArchive – Bright LightsEd Harcourt – The World is On FireDM Stith – AmyletteLowly – Deer EyesEfterklang – The Colour Not of LoveMassive Attack – Come Near MeWarhaus – BruxellesSoft Hair – Lying Has To StopWild Beasts – Tough GuyParquet Courts – Performing Human (Halsey T&T Mix by Chris P.)Metronomy – 16 BeatPional – Casualty

Piyano Piyano Bacaksız 13

Çağdaş Klasik Müzik sanatçılarına yer verdiğimiz kaydın 13.sünü aşağıda bulabilirsiniz.

Evrim

Atli Orvarsson – After the StormJóhann Jóhannsson – A Song For EuropaSophie Hutchings – Dream Gate

3 Eylül 2016 Cumartesi

Filmlerden Şarkılar: Broken Flowers

Hazırlayan: Harika Nazlı Özkan

Yaz biter, sonbahar gelir. Sonbahar, kendi içimize çekildiğimiz ve tüm bahar-yaz ayları boyunca yaptıklarımızı irdelediğimiz ve kendimizi analiz ettiğimiz bir dönemdir.

İşte Broken Flowers’ı bir de sonbaharda izliyorsanız şayet,  şık giyimli, elinde bir buket kırık çiçekleriyle Don,  sizi kapınızda bekliyor olacak.

Solmuş pembe bir buket çiçek, sararıp dökülen yapraklar gibi sizi,  bir sonbahar gününde geçmişine dair bir yolcuğa çıkarırken; eski aşklara, yaşanan acı tatlı tüm anılarına seyahat ettirmeyi başaracak.

Yolun yarısı geçmiş Don Johnston (Bill Murray), varlıklı ama bir o kadarda yüreğinde sevgi kırıntısı kalmamış bir adamdır. Genç Sevgili Sherry ‘nin (Julie Delpy) kendisini terk ettiği esnada eline bir mektup ulaşır. 20 yıl önceki eski bir sevgilisinin isimsiz gönderdiği pembe zarflı bu mektubunda, Don’a 19 yaşında bir oğlu olduğundan bahsetmektedir.

Dedektif ruhlu yan komşusu Winston’ın araştırmaları sonucunda, Don’un o döneme ait 4 eski sevgilisi olduğu hemen gün yüzüne çıkar. Don’un görevi,  eski sevgililerini  (Sharon Stone, Frances Conroy, Jessica Lange ve Tilda Swinton)  ziyaret etmektedir.

Bill Murray, orta yaşlı, sakin ama geçmişe dönük kusurlarının acısını çeken Don Juan karakterini, pervasız ve serinkanlı haliyle oldukça iyi canlandırıyor.

Jim Jarmush’a 2005’de Cannes Film Festivali’nde en iyi film ödülünü kazandıran Broken Flowers, yönetmenin varoluşsal sıkıntılara bazen yukarıdan bazen de hemen yakından bir bakış açısı katıyor. Bu anlatımı da birbirinden güzel uzunca kullandığı soundtrack parçalarıyla pekiştirmeyi başarıyor

Birçoğumuz Holly Golightly’ın Tell Me So I Know parçasını ve Mulatu Astatke’nin Yegelle Tezeta parçalarını bu film ile keşfetmişizdir. Ayrıca The Greenhorse, Degue Fever ve The Tennors’ın eşsiz müziklerini de film tek bir potada eritip çok iyi bir müzik / soundtrack şöleni sunuyor.

30 Ağustos 2016 Salı

Trip 14

Hazırlayan: Evrim Cantimur

Sizi rüyalardan rüyalara sürükleyecek bir yayın hazırladım. Adım sanım Trip, tek amacım da rüya ile gerçek arasındaki duyguyu tam olarak verebilmek.

Başınıza geleceklerden de sorumlu olduğumu belirtmek isterim. Beklenmeyen bir durum olduğunda danışabilirsiniz.

Hadi o zaman sizi 14. kayıtla baş başa bırakıyorum.

The Cure – Birdmad Girl (Demo)DIIV – Waste Of BreathLower Dens – CandyMondo – Inslynch

25 Ağustos 2016 Perşembe

Ólafur Arnalds – Island Songs

Ólafur Arnalds, İzlanda’da 7 hafta boyunca, 7 farklı noktaya giderek oradaki yerel müzisyenlerle ortak çalışarak 7 yeni şarkı yazdı ve bunları hafta hafta yayımladı. Island Songs adı altında da toplanan albümde yer alan her sanatçının hikayesinin ve projeye dair fikirlerinin de yer aldığı videolar kaydedildi.

Island Songs canlı bir müzikal film aslında ve her şey gerçek zamanlı kaydedildi.

Yerel müzisyenlere destek niteliğinde olan albüm sakin anların en güzel eşlikçisi.

23 Ağustos 2016 Salı

Basın Bülteniyle Müzik Tanıtımında Yol ve Yordam

Hazırlayan: Tuğçe Yapıcı

Bugüne kadar gördüğüm örnekler arasında sayıları çok kısıtlı olmakla birlikte basın ile doğru iletişim kurmayı başarabilen müzisyen, menajer, basın danışmanı, PR ajansı temsilcilerine rastladım. Fakat genel anlamda hem basın bülteninin nasıl yazılacağı hem de nasıl gönderileceği, tabir-i caizse basın bülteniyle müzik tanıtımında yol ve yordam konusunda büyük bir yetersizlik olduğunu gözlemledim. Hatta temel anlamıyla basın bülteninin “ne” olduğunun bu topraklarda pek bilinmediğini söylersem mübalağa ediyor olmam diye düşünüyorum. Maalesef bu sorun yalnızca müzik sektörüne mahsus değil, diğer sektörlerde de aynı durum hakim. Basın bülteni sorununu kökten çözmek haddime değil fakat son zamanlarda yeni bir çalışma yayınladığında tanıtımını basın bülteni aracılığıyla doğru bir şekilde yapmak isteyip nasıl yapacağını bilemediğinden bana akıl danışan müzisyenlerin sayısını düşününce verdiğim tavsiyeleri bir yazıda toplama gereği duydum. Basın bülteni nedir/ne değildir, hangi amaçla gönderilir, bülten metni nasıl yazılır/yazılmaz, kime/nasıl gönderilir/gönderilmez, alınan/alınmayan yanıtlar nasıl algılanmalıdır sorularından yola çıkarak basın bülteni aracılığıyla iletişime dair gözlemlerime dayanan birtakım maddeler hazırladım.

Basın bülteni nedir / ne değildir?

Amanda Palmer‘ın dediği gibi “sormak” yani “birinden bir şey istemek” bir nevi “sanat” sayılır. Hem de öyle bir sanat ki, tek amacı bir an önce “istediğini almak” olmamalı. Şayet müzik yapmaya ve tanıtmaya devam edecekseniz mailing üzerinden kurduğunuz profesyonel tanışıklıklarınız hayati önem taşıyor. Özellikle self-release yöntemini tercih eden veya küçük label’lar ile çalışan bağımsız müzisyenler için mailing bugünlerde en iyi iletişim yöntemleri arasında gösteriliyor. Basın bülteni (press release) gönderdiğiniz kişiler içerik yayınlatmak istediğiniz bir blog/yayın/radyo da, programında yer almak istediğiniz bir mekan/festival de olabilir… Her durumda da basın bülteni göndermenin amacı dilediğiniz kişileri çalışmalarınızdan haberdar ederek birtakım yayın veya oluşumların yayın akışına/programına dahil olmayı sağlamaktır. Basın bülteni çoğunlukla anahtar kelimelere göz gezdirerek hızlıca konu hakkında bir fikir sahibi olmak amacıyla okunur. Bu nedenle de hayat hikayenizi ve müzikal kariyerinizi en ince ayrıntısına kadar anlatmak için doğru yer olduğu söylenemez. Bülten metni ilgi çekmeyi başarabilirse okuyan kişi eyleme geçmeye karar verir. Eyleme geçme biçimleri bahsedilen ürünü deneyimlemek, bahsi geçen etkinliğe iştirak etmek, hakkında araştırma yapıp üzerine içerik üretmek olabilir. Bu nedenle basın bülteninin ilgi çekmesi birincil amacımız olmalıdır. Fazla ayrıntı içeren bir bülten ilgi çekmenin tam tersi bir etki yaratacağından ötürü temel işlevini gerçekleştiremez. Bu yüzden metnin uzunluğunu ayarlarken dijital ortamdaki içerik tüketme alışkanlıklarınızdan pay biçebilirsiniz.

Özellikle doğrudan bir kişiye değil de bir yayına/kuruma gönderiyorsanız bülteni okuyup ilgili kişiye yönlendirecek olan kişinin günde onlarca bülten okuyan birisi olması kuvvetle muhtemel. Yani yazdığınız metnin asıl muhattabınıza ulaşabilmesi için önce başka ellerden geçmesi ihtimali de var. Bu da basın bülteninizi kısa tutmanızı gerektiren bir başka sebep.

Basın bülteninin yaratıcılığınızı konuşturmanıza pek fazla imkan tanımayan belirli bir formatı vardır. Bülten metninin varoluş amacı, okuyanın aklına ilk gelebilecek temel soruların cevaplarını kısaca ve anlaşılır biçimde sunmaktır. Elbette bu cevapları verirken küçük dokunuşlarla üslubunuzu yansıtabilirsiniz ama 5N 1K ilkesine göre, kısa ve anlaşılır bir biçimde yazmanız gerektiğini unutmayın.

Ayrıca dinleyiciler ile haber bülteni mailing’i (newsletter) üzerinden iletişim kurmanın da müzik tanıtımında giderek daha sık tercih edilen bir yöntem olduğunu düşününce bülten mailing’ini doğru bir iletişim kanalı yakalayarak gerçekleştirmeyi bir an önce öğrenmeniz sizin tanıtım konusundaki yükünüzü bir hayli hafifletecek. Hem bunu kafa göz yarmadan, yormadan, doğru bir şekilde yaparsanız hayat hepimiz için daha güzel ve kolay olabilir hem de aldığınız geri dönüşlerin niceliğinin yanı sıra niteliğini de artırabilirsiniz.

YOL

Mutlaka bir basın bülteniniz veya biyografiniz hazırda bulunsun: Çalışmanızı tanıtmak istiyorsanız -ki yayınlıyorsanız istiyor olmalısınız- mutlaka grubunuza veya kişisel projenize dair temel bilgileri (biyografinizi) içeren bir tanıtım metni hazırlayın ve bu metni düzenli aralıklarla güncellemeyi ihmal etmeyin. En son iki sene önce düzenlediğiniz metinler işlevini büyük ölçüde yitirmiş oluyor.

Temel bilgileri vermeyi unutmayın: Bülten metninde fazla ayrıntıya girmeyin. Grubunuzun/projenizin başlangıç tarihi, yeri, kimlerden oluştuğu, bugüne kadarki çalışmalarınız ve yayınlanma tarihleri, son vukuatlarınız, güncel çalışmanızı betimleyen birkaç cümle yeterli olacaktır. Yurt dışına servis edeceğiniz bir bültense ülkenizi de belirtmeyi unutmayın. Metninizin temel bilgileri içerdiğinden emin olun. Grup üyelerinin isimlerini yazmayıp albümün mix’ini mastering’ini kimin yaptığını, videosunu kimin çektiğini yazan bültenler görüyorum. Sizin fazla haşır neşir olduğunuzdan herkesin bildiğini düşündüğünüz bilgileri içermeyi unutmayın. Bülteni servis etmeye başlamadan önce projenin içinde olmayan birilerine okutup görüş almak bu açıdan yararlı olabilir.

Destan yazmayın: Bugüne kadar gezdiğiniz dağları ovaları, bu gruba girene kadar yediğiniz naneleri, özel yaşamınıza dair konu dışı ayrıntıları kendinize saklayın. Çoğunlukla kimse bir sayfadan uzun bir basın bültenini okumaz, maalesef daha uzunlarını da yazanlar var. 2-3 sayfa bülten yazabilirsiniz ama okunmuyor, o konuda bir anlaşalım. Bültende halihazırda kendi kendinizle hayali bir röportaj yapmışsanız kimseye röportajda size soracak soru da bırakmıyorsunuz sizinle röportaj yapma isteği de. Metni kısa tutun, ayrıntıları röportajlara saklayın. Merak edecek bir şeyler bırakın.

Basın kiti içinde neler bulunmalı?: Fiziksel albüm yayınlamayan müzisyenlerin tercih ettiği gibi basın kitinizi dijital ortamda hazırlayacaksanız EPK (electronic press kit) içinde basın bülteni metnine ilaveten birkaç yüksek çözünürlüklü görsel, varsa artwork, sosyal medya sayfalarınızın link’leri, çalışmalarınızın dinlenebileceği/izlenebileceği link’ler yer almalı. (Bülteni posta adresine fiziksel olarak gönderecekseniz de aynı materyaller geçerli. Fakat siz yine de dijital bir basın kiti göndermeyi ihmal etmeyin.) Eğer daha önceden hakkınızda basında çıkmış haberler varsa dilerseniz bunları da press kit’e ekleyebilirsiniz. Henüz çalışmalarınız dijital platformlarda yer almıyorsa veya ancak satın alınarak dinlenebiliyorsa seçtiğiniz parçaları bültene MP3 formatında ekleyerek gönderdiğiniz kişinin çalışmalarınıza kolayca ulaşabilmesini sağlayın.

Kolay dinlenebilir hale getirin: Bülteni gönderirken asıl amacınızın müziğinizi dinletmek olduğunu unutmayın. Müziği göndermeden albümünün çıktığını haber verenlere rastlıyorum; varsa link veya fiziksel bir kopyasını, yoksa da MP3 formatında dosyaları gönderin. Gönderdiğiniz kişi albümünüzü hangi platformdan yayınladığınızı bilemez. Araştırmaya vakti veya isteği de olmayabilir, o yüzden siz sunumunuzu yaparken mümkün olan en kolay şekilde dinlenebilir hale getirin.

Tanıtım metniniz ulaşılır olsun: Varsa web sitenizde (hem web sitesi olan hem de o sitede indirilebilir halde press kit bulunduran birisine rastlayınca mutluluktan ağlıyorum), yoksa sosyal medya hesaplarınızda güncel basın bülteniniz veya biyografi metniniz ulaşılabilir halde bulunsun. Facebook sayfalarındaki “Hakkında” bölümü bu iş için ideal. Müzik tanıtımı yapmak isteyen yazar arkadaşlarımdan “x müzisyeni yazacaktım ama hakkında hiçbir bilgi yok” şikayetini sıklıkla duyuyorum. Siz her ne kadar bir mesajla ulaşılabilir olsanız da çoğu zaman yazarlar bu iletişimi kurmanın uzun zaman alacağını veya müzisyene sormanın profesyonel görünmeyeceğini düşünüp sitenizde veya sosyal medya hesaplarınızda size dair hiçbir bilgi bulamayınca içerik üretmekten vazgeçiyorlar. Kaldı ki teslim tarihi yakın bir içerik üreteceksek iletişim kurmak, yanıt almak derken gereken bilgilere vaktinde ulaşmak imkansız olabiliyor. İstediğimiz bilgileri içeren bir metin grubun elinde de halihazırda bulunmadığı için “Biz aramızda bilgileri toplayıp sana gönderelim” yanıtı ile başlayan süreç birkaç defa hatırlatmaya rağmen haftalar sürebiliyor. Şayet kolay ulaşılabilir bir yerde tanıtım metniniz yoksa da sizden bilgi isteyen yazarlara “neden bana soruyorsun?” minvalinde yanıtlar vermeyin; zaten çoğunlukla çekinerek soruyorlar. Elbette yazarın işi gerekli araştırmayı yapmak ama söz konusu özellikle henüz hiçbir röportaj vermemiş, internet sitesi bile olmayan müzisyenler olduğunda, yani araştırma yapacak kaynak olmadığında size danışmadan doğru bilgiye ulaşmak mümkün olmayabiliyor. Halihazırda, ulaşılabilir bir yerde bir tanıtım metni bulundurmanız herkes için hayatı kolaylaştıracak bir adım olabilir.

Tek yol e-posta: Mümkünse yeni bir çalışma yayınladığınızda veya etkinliklerinizi duyurmak istediğinizde bu metni güncelleyerek basına e-posta yoluyla servis edin. Bülteni göndermek istediğiniz kişilerin e-posta adreslerini bulamıyor, kendilerine ancak sosyal medya üzerinden ulaşabiliyorsanız da sosyal medyadan mesaj göndererek e-posta adreslerini sormayı deneyin. Günün alakasız saatlerinde Messenger’dan, Whatsapp’tan, Twitter’dan şak diye bir sayfalık basın bültenini veya Word dosyasını, son çalışmanızın link’ini yapıştırıp göndermeyin. Çünkü koşuşturma esnasında görülen o mesajlar orada kalıyor, unutuluyor. Çünkü bazı insanlar sosyal medya hesaplarını işle alakalı konular için kullanmayı tercih etmiyor, özel alanları olarak görüyor olabilir. E-posta gönderin, gönderdiğiniz kişilerin çalışma saatlerinde bakmasına, daha sonra aradığında kolayca bulabilmesine imkan tanıyın. Bildiğim kadarıyla kimse yazı yazmaya oturduğunda Messenger mesajlarının arasında gerekli birtakım bilgileri aramaktan hoşlanmıyor.

Basın kitini e-postaya nasıl ekleyelim?: WeTransfer türünden bir uygulamanın ücretsiz versiyonunu kullanarak gönderiyorsanız dosya erişim süresine dair kısıtlamayı unutmayın, yüklemenizden 7 gün sonra dosyalar geçerliliğini yitiriyor. Bunun gibi e-postanın geç görülme ihtimali olan durumlarda gerekli materyalleri bir klasöre toplayıp klasörü zipledikten sonra eklenti olarak göndermek daha makul bir seçenek. İmkanınız varsa basın bülteninizi yalnızca bir link aracılığıyla ulaşılabilecek bir web sayfası haline getiren EPK uygulamalarından da faydalanabilirsiniz. E-posta yoluyla toplu gönderim yapacaksanız da göndereceğiniz e-posta adreslerini mutlaka BCC kısmına yazın.

E-postayı açtıran başlıktır: Gönderdiğiniz kişinin e-postayı açmasını sağlamak en önemli meselemiz olduğuna göre başlığın önemini vurgulamama gerek yoktur herhalde. Başlık yazmaya üşenip (konu yok) başlıklı bir gönderim yapmak veya baştan savma bir başlık gibi talihsiz seçimler rahatlıkla onca emeğin boşa gitmesine neden olabilir. E-postanızı göndermeden önce “böyle bir başlık görsem tıklar mıyım?” diye bir düşünün.

Gönderimlerinizi kişiselleştirin: Türkiye’de bu durum çoğunlukla keyfekeder yürüse de uluslararası yayın ve radyolara çalışmalarınızı göndermeye kalkıştığınızda göreceksiniz ki hepsinin format konusunda farklı beklentileri var. Bazı yayınlara direkt olarak sitelerindeki formlar üzerinden müziğinizi ve projenize dair bilgileri iletebiliyorsunuz; bazılarının da e-posta gönderiminde başlıklarda belirli birtakım referans kodları kullanmanız, kendinizi benzettiğiniz birkaç grubu yazmanız gibi beklentileri var. Yani hazırladığınız basın kitini her yere aynı formatta göndermeniz işe yaramayabilir, önce göndereceğiniz yayının web sitesinde gezinerek biraz araştırma yapmalısınız. Çünkü tercih ettikleri formatta gönderilmeyen çalışmaları dikkate almadıklarını da özellikle belirtiyorlar. Ayrıca bültende müziğinizin türünü belirtmek hem yurt içi hem de yurt dışındaki radyolar için faydalı oluyor. Müziğinizi bir janr ile yaftalayıp kısıtlamak istememeniz normal şartlarda doğru bir seçim olsa da özellikle radyolara gönderdiğiniz çalışmalarınızı ilgilenebilecek programcılara yönlendirebilmeleri için tür belirtmeniz sizin avantajınıza. Aksi takdirde bu işten sorumlu kişilerin oturup bütün gönderilen çalışmaları teker teker dinleyip doğru kişilere yönlendirebilmeleri vakit darlığı nedeniyle mümkün olmuyor. Yurt dışı dergi ve yayınlar için de aynı kural çoğunlukla geçerli. Seçim sizin ama aldığınız geri dönüşlerin sayısını artırmak istiyorsanız gönderimlerinizi kişiselleştirmeniz tavsiye ediliyor.

YORDAM

Üslubunuzu kendiniz belirleyin: Gereğinden fazla laubali veya resmi bir dil kullanmaktan kaçınmanızı tavsiye etmekle beraber üslup sizin seçiminiz olmalı. Sen/siz hitabı, samimi veya resmi dil seçimi grubun/projenizin çizgisini de yansıttığından bu konuda genelgeçer kurallar olmaması gerektiğini düşünüyorum. Yine de en azından hitap edeceğiniz kişinin ismini ve çalıştığı yayını yanlış yazmamaya özen gösterin ki gerçekten kendisine gönderdiğinizden şüphe etmesin. Yanlış yazacağınıza isimle hitap etmemek daha iyi. Gönderdiğiniz kişinin ismini bilmiyorsanız da “ilgili kişiye”, “yetkili kişiye” gibi gereğinden fazla resmi girişler yapmaktansa bir “merhaba” veya “selam” her zaman daha iyidir.

Kendi işinize dair fikir beyan etmeyin: Bu hataya genellikle PR’cılar ve menajerler düşüyor. Bu albümün nasıl da ülkede x tür müzikteki bir açığı kapatacağını, çığır açacağını, bugüne kadar bu nitelikte bir iş yapılmadığını, dinleyicinin bu tür çalışmalara aç olduğunu beyan eden iddialı cümleler kurmayın. Sizin işiniz bu değil, o işi bülteni gönderdiğiniz insana bırakın. Siz zaten profesyonel anlamda yapmakla yükümlü olduğunuz bir işi yaparken bu kadar övmek gibi bir lüksünüz yok, kaldı ki işe dair fikir beyan etmeniz hiç inandırıcı görünmüyor. Allayıp pullayacağım derken işin samimiyetini öldürme tuzağına düşmeyin. Bırakın ne düşüneceğine karşıdaki karar versin, algısını yönlendirmeye kalkışmayın.

“Haber/röportaj yapar mısınız?” diye sormayın: Basın bülteni göndermenin amacı bir konuda tanıtım yaptırmak, gönderdiğiniz yerin yayın akışında kendinize yer bulmaktır. Bunu herkes biliyor, içiniz rahat olsun. Editör tercihlerine, yayın programlarına, müsaitliklerine veya beğenilerine bağlı olarak uygun görürlerse gönderdiğiniz bültene dair içerik üreteceklerdir. Hem basın bülteni gönderip hem “haber/röportaj yapar mısınız?” diye sormak manasız bir alışkanlık. Bülteni gönderdiğiniz kişi o bülteni neden aldığının farkında, siz gönlünüzü ferah tutun.

Bodoslama dalmayın, girizgah yapın: İlle de “haber yapar mısın/yer verir misin?” diye soracaksanız en azından ilk cümleden sormayın. Çünkü gönderdiğiniz kişinin haber yapabilmesi için ilk önce çalışmalarınızı dinlemesi ve bir fikir sahibi olması gerekir. O yüzden “Dinler misin?” diye sormak iyi bir başlangıç olabilir. “Merhaba, albüm çıkardım da haber yapar mısın?” iyi bir giriş cümlesi değil; çünkü bir giriş cümlesi değil. Özellikle de bire bir tanımadığınız birisine gönderiyorsanız ilk önce kendinizi tanıtarak, bülten gönderme sebebinizi (yeni bir albüm yayınlanması, konser daveti vs.) açıklayarak işe başlamakta fayda var. Konuya bodoslama dalmayın, girizgah yapın. Karşınızdaki insanı tanımadığınızı ve onun da sizi tanımadığını unutmayın. Çalışmanızı bir an önce tanıtmak için heyecanlanmanızı elbette anlıyoruz ama tanımadığınız birinden sipariş üzerine içerik üretmesini istemeden -ki bence istemeyin- önce insanlar arası temel iletişim gereği gerçekleştirmeniz gereken aşamalar var.

Ricacı ve ısrarcı olmayın: Müzisyenlerin yeni çalışmasını bir an önce duyurma heyecanından, PR’cıların ise iş bilmezlikten düştüğünü düşündüğüm bir diğer hata da haber yaptırmak için gereğinden fazla ricacı olmak. Zaten bu albümün Türkiye şartlarında çok zor anlaşılacak bir albüm olduğundan, hiçbir yayının yer vermediğinden, bir türlü albümü kimseye ulaştıramadıklarından, allah sizi inandırsın işlerinin çok zor olduğundan, x yazara gönderdiklerinden ve burnu büyük adamın yanıt vermeye bile tenezzül etmediğinden ama sizin elbette onlara destek olacağınıza inandıklarından dem vururken çarşaf gibi e-posta yazıp işi yalvarma konumuna getiren PR’cılar rica minnet bir haber yaptırabilmek uğruna temsil ettikleri çalışmanın değerini düşürdüklerinin hiç mi farkında değiller diye merak ediyorum. Siz tanıtımınızı gönderin, istediğiniz kişileri haberdar edin fakat yazılarında/programlarında vs. yer vermeleri için ısrarcı olmayın. Zaten ilgisini çekmeyen, içselleştirmediği bir iş için kimsenin zoraki yazacağı iki satırdan veya internet sitesine gireceği basın bülteninden hayır gelmiyor inanın. Ayrıca bir grubu/müzisyeni/oluşumu temsil ettiğinizi unutmayın, sizin üslubunuz onların üslubuymuş gibi algılanıyor. Belki temsil ettiğiniz kişiler altı üstü bir içerik yayınlatmak uğruna bu kadar ısrarcı görünmekten hoşlanmıyorlardır.

Kimden ne istediğinizin farkında olun: Bülteni hazırladınız, kimlere göndereceğiniz konusunda kararsızsınız. Bence göndermekten zarar gelmez, vaktiniz ve elinizde gerekli iletişim bilgileri varsa ne kadar çok kişiye gönderirseniz tanıtım şansınızı o kadar artırmış olursunuz. Fakat beklentilerinizi gerçekçi tutmakta fayda var. Uluslararası yayın ve radyoların da genellikle önerdiği bir şey var: Sizin müziğinizle ilgilenebileceğini düşündüğünüz yazar veya programcılara göndermeniz daha doğru olur. Türler arasındaki çizgilerin bir hayli silikleştiği bir dönemde kimin neyi beğeneceği elbette belli olmaz ama eğer biraz takip ediyorsanız yayınların, yazarların, dj’lerin çizgilerini aşağı yukarı öngörebilirsiniz. Sizin icra ettiğiniz türe yakın hiçbir işe yer vermemiş bir yazar veya dj’in sizin işinize de yer vermemesi kuvvetle muhtemel. Bu ilgisizlik ille sizin çalışmanızın başarısı(zlığı) ile alakalı olmak zorunda değil. Yaptığınız müzik ilgisini çekmiyor, o konuda kalem oynatmak için kendisini yetkin hissetmiyor olabilir veya çalıştığı yayının akışında sizin müziğinize yer vermesi mümkün olmayabilir.

Günü kurtarmaya değil uzun vadeli iletişim kurmaya bakın: Basın bülteni gönderip içerik yayınlatmakla iş bitti zannedenler var, bitmiyor. Siz bülteninizi gönderdiniz, gönderdiğiniz kişi de bir tür içerik hazırladı, kısacası istediğinizi aldınız. Her iki tarafın da bu ilişkiyi win-win, yani karşılıklı fayda temelinde değerlendiriyor olması söz konusu müzik olduğunda benim canımı sıkıyor. Haberinizi ilk önce -çoğu zaman dinlemeden, sindirmeden- yayına almak için yarışan, kendilerine çok fazla tık getireceğinizi düşünen yayın ve blogları haklı olarak hepiniz çok seviyorsunuz. Onlar da sizi. Onlar sizin sayenizde hedefledikleri ziyaretçi sayısını yakalıyor, siz de karşılığında “basında çıkanlar” dosyanızı kabartan bir “link” alıyorsunuz. Burada unuttuğunuz şey “haber yaptırmak” istediğiniz kişinin her şeyden önce sizin bir dinleyiciniz olması gerektiği. Bunu da ancak daha insani temelli bir ilişki kurarak, sonraki çalışmalarınızdan ve konserlerinizden haberdar ederek, aranızdaki iletişimin sürekliliğini çeşitli yollarla sağlayarak elde edebilirsiniz. Konu basın ile iletişim kurmak olduğunda önemli olan günü kurtaracak bir haber link’i değil de sizin müziğinizi anlayacak ve doğru bir biçimde yansıtacak iyi bir dinleyici kazanmak. İyi bir dinleyicinin uzun vadede size kaç tanesini daha getireceğini asla bilemezsiniz.

Demoralize olmayın: Yaptığınız iş bir başyapıt da olsa, yurt içi ve yurt dışında yüzlerce yayına/radyoya/bloga/organizatöre/müzik direktörüne basın bülteni göndermiş de olsanız her e-postanıza cevap alamayacaksınız. Bu konuda müzisyenlerden çok fazla şikayet duyduğum için belirtme gereği duyuyorum; bu durumu kişisel bir hakaret olarak algılamayın. Çünkü gönderdiğiniz e-postaların çoğu spam’e düşecek, çünkü siz o insanların günde kaç e-posta aldıklarını bilmiyorsunuz, çünkü müzik sektöründekilerin de hepsi yeni müzik keşfetmek için deliren insanlar değil. Kimse her düşen e-postayı açmıyor, açıp okusa bile geri dönüş yap(a)mıyor. Kimsenin kendisine gönderilen her çalışmayı dinleyip üzerine yorum yapacak vakti olmadığı gibi böyle bir yükümlülüğü de yok. Gün sizin için olduğu gibi onlar için de 24 saat. Basın bülteni gönderdiğiniz kişilerin dinlediği her şey üzerine içerik üretme şansı/vakti/isteği/lüksü olmayabilir. Ne her yayında size dair içerikler yayınlanacak ne de her mekanın/festivalin programında size yer verilecek. Bu gerçekleri baştan kabul etmek ve geri dönüşlerin azlığını bir “başarısızlık kriteri” olarak algılamamak gerek. Ayrıca geri dönüşleri niceliksel değil niteliksel olarak değerlendirmek de bir başka bakış açısı. 20 tane basın bülteni haberciliği içeriği yerine 1 tane nitelikli inceleme, röportaj veya söyleşi daha fazla kişiye ulaşmanızı sağlayabilir. “Başarı” sayılarda yatmıyor, kuru kalabalığa fazla takılmayın.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Dizilerden Şarkılar: Stranger Things

Hazırlayan: Harika Nazlı Özkan

Şimdi DeLorean’a atladığınızı varsayın ve kendinizi 80’lere götürdüğünüzü düşünün. 1984 doğumlu Duffer Kardeşler, Netflix’in yeni dizisi Stranger Things ile sizi 80’lere götürmek için dizinin ilk sezonunu tamamladı bile.

Dönemin rock hitlerini seven müzikseverlerin The Clash, Patti Smith, Bowie, Echo & Bunnymen, Modern English ve daha fazlası snyth olarak uyarlanmış olan efsane soundtrack dizisi seyircilerini/dinleyicilerini bekliyor. Sountrack’in karması hem dizinin gizemli ortamını barındırıyor, hem de 80’lerin fantastik ortamına ışık tutuyor.

Peki bu 80’lerin efsane hit rock parçalarıyla süslenmiş Stranger Things nasıl bir dizi?

Onlu yaşlarının başlarında olan dört yakın arkadaş Mike, Will, Lucas ve Dustin her zamanki gibi saatlerce kalkmadan geç saatlere kadar yine Dungeons & Dragons’u oynarlar. Will, gece geç saatte eve dönüş yolunda bilinmeyen bir yaratıkla karşılaşması sonucunda ortadan kaybolur. Will için arama çalışmalarında şerifle birlikte tüm kasaba seferber olurken, Will’in annesi Joyce ise oğlunu evin içinde aramaya devam eder. Will’in kayboluşunun ertesi günü Kod adı Eleven (Kısaca El) olan gizemli kızımız ortaya çıkar.

Gizemli, dramatik, macera ve korku dolu bilimkurgu Stranger Things, sinematografisiyle ET, Star Wars, Poltergiest, Alien, Supernatural, Fringe, Sense 8 tadı vermekle kalmıyor, sanki Stephen King romanı okuyormuşçasına izleyicisini içine alıyor.Duffer Kardeşler, şimdiden bu başarılı yapım ile Coen kardeşleri selamlıyor ve gümbür gümbür geliyorlar.

Bonus:1-Will’in annesini de Winona Ryder’ın oynadığını belirtelim.2- Main theme’de bir Game of Thrones olmasa bile gerilim soundu olarak oldukça başarılı onu da listeyi eklemeyi ihmal etmedik.

16 Ağustos 2016 Salı

Eypio ve Kitleleri Peşinden Sürükleme Gücü

Hazırlayan: Özge Ç. Denizci - Tuğçe Yapıcı

Günah senin, suç senin, “100 milyon tık” da senin… Özge Ç. Denizci / ozgedenizci@gmail.com

Sayfiye yerlerinden birinde güneşe kendimi vermişken aynı ıptıs müzikler, benzer nakaratlarla ve aynı frekans ve hızda dönüyor. Haliyle benim de başım… Ama birdenbire bütün o şarkıların arasında gitar arpejli bir şarkı başlıyor. Daha ilk sesten belli o hep yaza damgasını vuran şarkılardan biri olmadığı. “Günah benim suç benim, kurdum bırak bu düş benim…” Bu bir isyan şarkısı değil de ne? Diye düşünüyor insan. Tuhaf bir şekilde kendine çekmeye başlıyor şarkı. Bir bakıyorum elim ayağım durmuyor ritim tutuyorum. Derken Eypio‘nun sesi bir tokat gibi patlamıyor da alıp bir yerden başka bir yere sürüklüyor. Ezik değil, isyankâr. Zaten Eypio‘yu bilenler onun olayının bir hayli “isyan” olduğunu bilirler. Şarkının ne formunda ne de armonisinde yeni hiçbir şey yok. İsyankarlığı ise en minöründen. Sessiz, sedasız, çığlıksız…

Bu aralar dinlediğim şarkıların arasında yaşadığım en büyük hayal kırıklığı vokal girdikten sonra şarkının bir şekilde yükseleceğine düşüyor olması. Bu durum beni o şarkıdan derhal uzaklaştırıyor. Bu şarkıda böylesi bir durum söz konusu değil. Öte taraftan oryantal esintili alt yapıdan sonra gelen bir anlık durağanlık ve o durağanlığın üstüne atılan Eypio‘nun diss’i şarkıya pek yakışmış.

Müzik yazarı arkadaşlarımızın “kitleleri peşinden sürükleyecek bir şarkı yok” hayıflanmasına YouTube üzerinden Burak King ve Eypio’nun 100 milyoncuk tıkla bir diyeceği var sanırım. Birlik, beraberlik diyoruz ya hani… 100 milyon tık bence bu birlik beraberliğin en büyük göstergesi. Üstelik şarkı ilk duyuşta aşk şarkısı gibi tınlasa da başta da dediğimiz gibi bu yüzde yüz bir isyan şarkısı. hem de çuvaldızı göz kırparak kendine batıran cinsinden. Formül belli… Uygulayan kazanıyor!

“Eypio sevmeyen bizden değildir”. Peki “biz” kimiz?

Tuğçe Yapıcı / t_yapici@yahoo.com

Bu yaz geceleri evimin önündeki sokaktan geçen her araba aynı şarkıyı dinliyor, geç vakitte birasını alıp son bir cila için sahile inen bütün çakırkeyifler bağırarak aynı şarkıyı söylüyor. Ben de bazı geceler aynı şarkının bir saatlik versiyonunu açıyorum, bugüne kadar 45. dakikadan önce sıkılıp değiştirdiğim olmadı.

Eypio ile tanışmam bundan birkaç ay önce Can Kazaz ile muhabbet ederken kendisinin bana “Günah Benim“i göndermesi ile oldu. Videonun görüntüleme sayısından anladığım kadarıyla o zamana kadar parça halihazırda almış yürümüş ve ben sanırım uzayda yaşadığım için henüz adamın adını bile duymamışım. Yeraltı rap sahnesine bilinçli bir tercihle uzak durmasam da yeteri kadar takip etmeyip ilgisiz kalmış olmam fazlasıyla üzücü. Ama bu deniz derya sahnedeki işleri keşfetmeye hevesliyim, özellikle Can gibi bu alandaki bilgisine güvendiğim birisinden tavsiye gelince başıma geleceklerden habersiz hemen parçayı dinlemeye koyuldum.

Günah Benim‘in beni hastalıklı bir şekilde sarmalayıp dilime dolanmasının ardından boş durmayarak zehri eşe dosta da zerk etmeye başladım; çünkü bazı şarkıları yalnız başına sevince tadı çıkmıyor, suç ortağı elzem oluyor. Tahmin ettiğim üzere Günah Benim‘in açıklanamayan büyüsüne kapılan arkadaşlarım da benim gibi hemen Eypio‘nun diğer şarkılarını keşfetmeye başladılar. Şimdilerde hepsini defalarca dinlemiş olmama rağmen gün geçmiyor ki yeni bir şarkısına sarmayayım. Geçen hafta iki gün boyunca sadece “Diyorum” dinledim mesela, bir ara aynı şarkıyı dinlemekten vazgeçemeyeceğimi düşünüp hafiften korkmaya başladım. İş tehlikeli boyutlara ulaşıyor, Eypio zehrini damardan verdiğim arkadaşlar da her geçen gün yeni bir şarkısını keşfediyorlardı. Birkaç hafta önce yoğun ısrarlarımla Eypio dinlettiğim arkadaşımın mesajı bir sabah uyandığımda ilk gördüğüm şey oldu. Bana Eypio’nun son keşfettiği şarkısını göndermiş ve “Şu Eypio’yu alın benden” yazmış. Telaşını anlıyorum, bir hastalığın göz göre göre vücudu sarması gibi bir şey yaşadığımız.

Tabii bu esnada algıda seçicilikten midir yoksa Eypio‘nun şöhreti günden güne kontrolden çıkmış bir hızla arttığından mıdır bilinmez, hem hakkında daha fazla habere rastlamaya hem de çevremde daha fazla insanın Eypio salgınına yakalandığını fark etmeye başladım. Bilgisayarı açsam Eypio‘ya dair bir haber, pencereyi açsam yoldan geçenler “yazarım derdimi kendime / kaderin benle bu derdi ne?” diye bağırıyor (ne zaman bunu duysam koşarak aşağı inip insanlara sarılasım geliyor), taksiye binsem Günah Benim çalıyor, şoför hemen sesi açıyor -zaten o açmasa ben rica edeceğim. Hal böyle olunca her kesimden, her müzik zevkinden insanı yakalayan bu parçanın sırrını düşünmeden edemiyorum. Bir gece müzik yazarı arkadaşım Özge Ç. Denizci’nin paylaştığı Günah Benim‘i beğeniyorum, birazdan Özge bana mesaj gönderiyor: “Bir şey soracağım, Eypio ile olayın nedir? Çok merak ettim.” Son zamanlarda sık sık Eypio paylaşmam arkadaşların dikkatini çekmiş olsa gerek, soranlar oluyor. “Hastası oldum” diyorum Özge’ye, “çünkü çok gerçek.“

Neredeyse emin olduğum bir şey var ki o da, içselleştirdiğin ve en iyi bildiğin hikayeyi anlattığında dinleyicinin buna karşı koyamadığı. Şarkı sözlerinin de edebiyat eserleri olduğu ön kabulü üzerinden aynı durumun edebiyatta da geçerli olduğunu düşünüyorum. Türü “yeraltı” diye tabir edilen birkaç kitap okuyup hiç bilmediği bir hayata dair şiirler yazan “şair”lerin hangi birisi Bukowski olabildi ki? Edebiyat tarihi, bildiği şeyi anlatmak varken kendisine enteresan gelen hiç bilmediği bir hayatı egzotikleştirerek anlatmaya kalkıştığından çuvallayan, gülünç duruma düşen işlerle dolu. Halbuki senin bildiğin hayat ne kadar sıradan olursa olsun iyi anlatabileceğin tek konu odur. Öte yandan anlattığın hikaye senin ne kadar iyi bildiğin bir hikaye olursa olsun her kesimden, farklı müzik zevklerine ve dinleme alışkanlıklarına sahip dinleyiciyi yakalayacağının garantisi yoktur. Kesin bir formülü olmaması da işin sürprizli kısmını oluşturuyor zaten. Mucize gibi bir şey oluyor, bir şarkının ünü kulaktan kulağa yayılıyor, neredeyse günde bir milyon defa dinleniyor, kayıt dışı olarak kim bilir kaç defa birileri tarafından mırıldanılıyor veya sokaklarda yankılanıyor… Evet, bunun genel bir formülü yok ama Günah Benim‘in sırrına dair tahminim şu yönde: Sokaktan gelen, sokağa dair bir hikaye sokakları ele geçirdi. Günah Benim, sokaktan aldığı gücü yine sokaklara iade ediyor. Bu esnada biz de uzun zamandır olmayan ve belki de uzunca bir süre yine gerçekleşmeyecek bir şeye tanıklık ediyoruz: Bir şarkının kitleleri peşinden sürükleme gücüne.

Not: Bu yazıyı bitirir bitirmez bir arkadaşımın “Eypio sevmeyen bizden değildir.” notuyla paylaştığı, arabada bağıra çağıra Günah Benim söyledikleri bir videoya rastladım. Söz konusu Eypio olunca “biz” ile neyi kastettiğimiz artık belirsiz, zaten mucizevi olan da tam olarak bu değil mi? 

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Piyano Piyano Bacaksız 12

Çağdaş Klasik Müzik sanatçılarına yer verdiğimiz kaydın 12.sini aşağıda bulabilirsiniz.

Evrim

Cloud Cult – ChromaticaGoldmund – TurncoatPeyman Yazdanian – Homage Suite “Movement II”Woodkid & Nils Frahm – Winter Morning I

4 Ağustos 2016 Perşembe

Takıntı 56

Takıntı, yayınlandığı dönem içerisinde takılıp kalınan, hastalık derecesinde dinlenen, çeşitli tarzlara sahip 3 şarkıyı kapsıyor.

The Dead Pirates – UgoMan of the Moon – SignBullion – Dip Your Foot

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Thom Yorke’dan Uyku Kaydı

Thom Yorke, geçtimiğimiz Pazar, BBC Radio 1 için uyku kaydı hazırladı. Kayıtta OK Computer döneminden Melatonin ve King of Limbs albümünden Bloom’un canlı kaydının yanı sıra, James Holden’dan Triangle Folds Inside Out, Laurie Spiegel’in The Unquestioned Answer ve William Winant’ın Trackings I parçalarını kapsıyor.

Başlangıçta Fitter, Happier’dan da tanıdığımız robot sesiyle Thom Yorke derdini anlatıyor:

Yarı uykuluyken çok müzik dinledim ve yarattım. Müzik sakince değişti, tıpkı hava durumu gibi, doğa gibi. Makinaları bükme zamanı, buna bayılıyorum. Eğer kaydın sonuna kadar uyanık kalırsanız, bir yerde hata yapmışımdır. İyi geceler, ışıkları kapa.

21 Temmuz 2016 Perşembe

Pitohui’den Yeni EP

Hazırlayan: Mustafa Şardan

Pitohui yeni EP’si Enspektör’ü yayımladı.

Enstrümantal müzik yapan avangard rock grubu Pitohui daha önce yayınladığı Boros ve Devin EP’lerinin ardından yeni bir kısa albümle karşımızda. Öncesinde Evlad, Abis, Zmaj gibi şarkılarla dikkate değer parçalara imza atan grup bu albümle yine dinamik altyapılara sahip dört parçaya yer vermiş. Bu albümün öncekilerden farkı grubun daha oturmuş bir kimlik çizmesi. Önceki albümlerde birlikte neler çıkarabileceklerini gözlemleme ve keşfetme safhasında olduğu hissedilen müziklerinin yerini, bu sefer daha tecrübeye dayalı kafada oturmuş belli fikirler ışığında üretilen parçalar almış. Bir nevi grup önceki albümlerinde deneyler yapmış, bu deneylerin sonuçlarından memnun kalmış ve bunun ışığında kendine ait belli bir fikir edinmiş ve daha net bir yol çizmiş. Müziklerinin temelinin sağlamlaşması sayesinde öncekilerden farklı eklemeler ve denemeler yaparak şu ana kadar yaptıkları en etkili albüme imza atmışlar. Bu albüm dinleyiciye artık LP vaktinin geldiğini hissettiriyor.

Albüm müzikalitesi yüksek, akılda kalıcı, kendi içinde değişken parçalardan oluşuyor. Saykedelik, elektronik, ambient unsurlarla rock altyapısının harmanlandığı bir albüm. İlk parça Serk oldukça soğuk ve karanlık atmosferle albümü açan, gerilimi artıran güçlü basların girişiyle ve diğer enstrümanların da devreye girmesiyle kendinizi belirsizlik içinde bulduğunuz bir parça. Özellikle parçanın sonlarına doğru başına buyruk, emprovize havada giren saldırgan davul ataklarıyla bir tür kaos yaratarak bir anda sessizlikle son bulan bir parça. Sanki çok büyük bir gürültüyle meydana gelip, bitişiyle yerini mutlak sessizliğe bırakmış bir afet gibi. Sakin ve dingin giren, tatlı ve hüzünlü üflemeleriyle akılda kalan sonraki parça MNS’de grubun ilk defa vokal kullanımına yer verdiğini görüyoruz. Ama anlamlı sözler kullanmak yerine vokalin daha mırıldanmalar şeklinde melodiye ve atmosfere zenginlik katmak amacıyla kullanıldığını söyleyebiliriz. Papaz sade bir davul ritmiyle girerek önce bas ve ardından gitarın girişiyle elektronik seslerin ve perküsyon ataklarının eklenmesiyle katmanlı ilerleyen bir parça. Bu katmanlı ilerleyiş içinde öne çıkan ve geride kalan enstrümanlar ve sesler sürekli bir değişim içinde. Aynı bas-davul ritmi üzerinde çok renkli bir çeşitlilikle dinleyiciyi diri tutan bir formda ilerliyor. Bu çeşitlilik ritmin değişimiyle sona eriyor ve kendini daha ağır, saykedelik, karanlık, ağıt yakan bir havaya bırakıyor. Buradaki naralar Michael Gira’nın Swans albümlerinde yaptığı ayinsel vokal kullanımını andırıyor. Bu kısımda kullanılan vokal sesleri ve melodileri muhteşem bir atmosfer yaratıyor. Albümün kapanış parçası Vatoz ise  daha ambient ağırlıklı, elektronik denemelerin yapıldığı güzel bir parça.

Emprovize yönü kuvvetli, yaratıcılık üzerine kafa yorulduğu çok açık belli olan bu albümü Bandcamp üzerinden satın alabilir; Spotify ve Soundcloud üzerinden de dinleyebilirsiniz.

19 Temmuz 2016 Salı

Türkçe 19

Hazırlayan: Evrim Cantimur

Türkçe’nin 19. yayını ile tam olarak karşınızdayız.

Skysketch – KirNekizm – UzayKorhan Futacı ve Kara Orkestra & Yasemin Mori – Yine Buluşuruz

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Evde Kimse Yok, Herkes Pokemon Avında

Nihil Piraye, Evde Kimse Yok adlı yeni single’ı kendi tabirleriyle “dram ve trajedi düşkünlerini” üzecek cinsten videosunu bugün yayımladı. Yayımlanma tarihi tam da cümle alemin Pokemon avı için sokaklara döküldüğü bir haftaya denk gelen parça “Değildir” adı altında toplanan yedi single’ın ilki. Bugünden itibaren bütün dijital platformlardan ulaşabilir, dinledikten sonra tercihen kendinizi sokaklara vurabilirsiniz.

Hakikaten #EvdeKimseYok, zira herkes Pokemon avında.

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Fraktal 17

Fraktal; çoğunlukla kendine benzeme özelliği gösteren karmaşık geometrik şekillerin ortak adı olarak geçiyor. Benzer parçaların birleşip aynı şeklin büyüğünü oluşturması. Kar tanesi örneğin.

Bu tanımdan yola çıkarak, benzer parçaların bir bütünü oluşturduğu kayıtlar hazırlamanın tam zamanı diyerek 17. programı buraya iliştiriyoruz.

Dinleyiniz.

Melis Alioğlu

Game Of Thrones Season 6 Soudtrack – Light Of The SevenHooverphonic – EdenKorhan Futacı ve Kara Orkestra & Yasemin Mori – Yine BuluşuruzGayngs – No Sweat (P.O.S. Singing)Bon Iver – FlumeMassive Attack – Live With Me

7 Temmuz 2016 Perşembe

Trip 13

Hazırlayan: Evrim Cantimur

Sizi rüyalardan rüyalara sürükleyecek bir yayın hazırladım. Adım sanım Trip, tek amacım da rüya ile gerçek arasındaki duyguyu tam olarak verebilmek.

Başınıza geleceklerden de sorumlu olduğumu belirtmek isterim. Beklenmeyen bir durum olduğunda danışabilirsiniz.

Hadi o zaman sizi 13. kayıtla baş başa bırakıyorum.

Jameszoo – TeethSuuns – InstrumentMassive Attack feat. Young Fathers – Voodoo in My BloodMinor Victories – A Hundred Ropes

5 Temmuz 2016 Salı

Caz 8

Hazırlayan: Deniz Özteoman

Caz’ın 8. programıyla karşınızdayız.

Evrilen müzik zevki belki de biraz zaman önce, genişleyerek yeni ufuklara koşarken kulaklarıma çok sevdiğim bas ile beraber üflemelilerin kulak okşayıcı kadifeliği çalınmaya başladı. Duygularımı daha yoğun hissetmemi sağladı. Elimden geldiğince artık bu duygu sellerimi, enginlere sığamamalarımı bazen taşmalarımı sizlerle de paylaşmaya çalışacağım.

Umarız bu programı da beğenecek, “bu program daha sık yayınlansa” diyeceksiniz.

Mammal Hands – KandaikiLhasa de Sela – Anywhere on This RoadTulalah – And Yet It MovesPortico Quartet – Zavodovski Island

28 Haziran 2016 Salı

Hakkında Hiçbir Bilgi Olmayan Grup: Mondo

Hazırlayan: Evrim Cantimur

Kıyı’nın sosyal medya sayfalarında “tek bir şarkı olsaydınız, ne olurdunuz?” diye sormuştum, yorum olarak grubun “Inslynch” parçası geldi ve böylece tanımış oldum.

Haklarında tek bir bilgi yok (İstanbul dışında), neler, kimler, dertleri ne bilmiyorum ama bildiğim şey güzel olduğu ve müziğin ruhunuza dokunduğu.

Gece yalnızlıklarının vazgeçilmezi olacak cinsten.

Hep “grup” diye yazdım ama belki de tek kişidir, kim bilir.

25 Haziran 2016 Cumartesi

Saykodelik Anadolu Rock Tutkunu Berlinli Grup: Oum Shatt

Hazırlayan: Tuğçe Yapıcı

İsminin Oum kısmı Mısırlı şarkıcı Ümmü Gülsüm’ün İngilizce isminden gelen Berlinli grup Oum Shatt’ın “Power to the Women of the Morning Shift” (2013) adlı 4 parçalık EP’si ilk dinlediğimde bana hazine bulduğumu hissettirdi. Keşfetmekte geç kalmıştım fakat neyse ki grup hâlâ aktifti ve kendi adını taşıyan yeni albümünü yayınlamak üzereydi.

Oum Shatt’a vurulup aynı albümü defalarca dinlememin ve birkaç arkadaşıma dinletip benzer tepkiler almamın ardından 70′lerin saykodelik Anadolu rock tınılarını barındıran bu surf-psych parçaların vurucu etkisinin sırrını araştırmaya başladım. Oum Shatt’ın sayfasındaki sevdiği müzisyenler kısmında Selda, Orhan Gencebay, Fikret Kızılok, Barış Manço, The Devil’s Anvil, Elias Rahbani gibi isimlere rastlayınca her şey açıklığa kavuştu. Bir de Jonas Poppe’nin (vokalist/gitarist) Berlin’deki kulüplerde senelerdir çaldığı dj setlerde (şuradan örnek bir set dinleyebilirsiniz) saykodelik Arap müzikleriyle Anadolu rock parçalarına yer verdiği ve bu konuda derin bilgiye sahip olduğunu öğrenince Oum Shatt’ın doğu batı sentezinde klişelerden nasıl olup da bu kadar rahatlıkla kaçınabildiğini anlamak kolaylaştı. Jonas’ın 60′lar-70′ler saykodelik Anadolu rock tarihine çoğumuzdan daha fazla hakim olduğu şüphesiz, hatta sayesinde ben de daha önce kimseden adını sanını duymadığım yeni bir grup öğrendim: Volkanlar Orkestrası.

Oum Shatt’ın kulağımızın son derece aşina olduğu müzikleriyle bir şekilde Türkiye’deki dinleyiciye ulaştıktan sonra burayı uğrak noktası haline getirmesi bana an meselesi gibi görünüyor. Burada konser vermeyi çok istiyorlar, organizatör ve mekanların bilgisine. Umarım dinleyici bir an önce kendilerini keşfeder de yakın bir gelecekte senede birkaç defa Oum Shatt izleyebiliriz.

Arap müziklerine olan ilgin ilk ne zaman başladı?

Orta Doğu ezgilerini hep sevmişimdir. Onlarda Orta Avrupa majör gamlarında bulamadığım bir derinlik ile gizemli bir melankoli mevcut. Avrupa ile Orta Doğu arasında unutulmuş bir köprüye benzeyen Yunan-Türk rebetiko müziklerini de severim. On sene önce bu tür müzikler keşfetmeye başladım ve bunlar beni hâlâ heyecanlandırıyor.

60′lar ile 70′lerin Türkçe Anadolu rock ve saykodelik müziklerine nasıl böyle derinlemesine merak sardın? En ilginç keşiflerinden birkaç tanesini paylaşır mısın?

Saykodelik Anadolu müzikleri şahsına münhasır bir tür. Bir açıdan bakıldığında dünyanın dört bir yanında olduğu gibi onlar da batı müziğinin bir nevi kopyası. Öte yandan Moğollar örneğinde olduğu gibi çoğu zaman son derece deneysel ve özgün bir biçimde geleneksel Türk müziği ile harmanlanmış. Elbette Erkin Koray, Barış Manço ve Selda’yı seviyorum. Ama çoğu pek bilinmeyen sevdiğim başka müzisyen ve gruplar da var: Murat Ses (Ağrı Dağı Efsanesi), Cahit Oben (Fikret Kızılok’un çevresinde gelişen diğer projeler), Kupa Dörtlüsü, Üç Hürel, Alpay, Apaşlar, Siluetler, ayrıca Volkanlar Orkestrası gibi bazı enstrümental surf grupları.

Yakın zamanda Türkiye’den yeni müzikler keşfettin mi, buradaki yeni oluşumları da takip ediyor musun?

Evet, ara sıra. Maalesef isimlerini hep unutuyorum. Rock’n Roll alzheimer…

Senelerdir Berlin’deki kulüplerde Arap ve Türk müziklerinden oluşan setler çalıyormuşsun. Dinleyicilerin verdiği en ilginç tepkilerden örnekler verebilir misin?

Bir defasında mekanda İsrailli kalabalık bir grup vardı, bütün gece boyunca Arap müzikleriyle dans ettiler. “Ee? Ne var bunda?” diyebilirsin ama tüm zamanların en iyi Amerikan-Arap yapımı albümlerinden birisi olan ‘The Devil’s Anvil, Hard rock from the Middle East’ 1967 senesinde Arap-İsrail savaşı sırasında yayınlandığı için kabul görmek ve takdir edilmek konularında büyük zorluk yaşadı. Hâlâ da vaziyet değişmiş gibi görünmüyor.

Erkin Koray’ın yanı sıra The Devil’s Anvil’den de etkilendiğini biliyorum. Erkin Koray’ın müziğindeki ağır The Devil’s Anvil etkisi hakkında ne düşünüyorsun? Bu konu Erkin Koray’ın müziğinin taklit içermesi ve özgünlüğü bakımından Türkiye’de birtakım tartışmalara sebep olmuş.

Gerçekten mi? Bunu hiç duymamıştım! Ama ‘Elektronik Türküler’ albümü kesinlikle muhteşem ve özgün bir çalışma.

Plak koleksiyonunu genişletirken hangi kaynaklardan faydalandın? Plak aramak için Türkiye’ye veya Orta Doğu ülkelerine gittin mi?

Eski grubum Kissogram ile konser için İstanbul’a gelmiştik. Eski, tozlu, çizik plaklardan satın alacak biraz boş vaktim oldu. Maalesef plakların çoğu aşırı derecede pahalı. Yine de plak dükkanlarının sahipleriyle çay kahve içtim, birkaç 45lik,eski kartpostallar, kül tablaları gibi şeyler aldım.

Yeni EP’de ‘Power to the Women of the Morning Shift’in Arapça versiyonu için Sarah Benabdallah ile birlikte çalışmışsınız. Parçanın vokallerini ona teslim etmeye nasıl karar verdiniz ve bu yalnızca bir defalık bir iş birliği mi olacak?

Hatırladığım kadarıyla tanışmamız Sarah’nın bana gönderdiği bir e-posta vasıtasıyla olmuştu. Cool bir kadın ama hiç yüz yüze tanışmadık. Elbette onunla tekrar çalışmak isterim. ‘Gold to Straw’un yeni bir versiyonu olabilir, sözleri biraz değiştirmek isterim ama.

Kayıtlar sırasında zaman zaman kendi gardrobunu vokal kabini olarak kullanmışsın. Müzik ile mekan arasındaki ilişkinin ortaya çıkan ürünü belirlemekte önemli bir etken olduğunu düşünüyor musun?

Bir bakıma evet, ama daha ziyade teknik anlamda. Genellikle gardrobun içinde takılmak gibi bir zevkim yok. Bunu sadece elde edeceğimiz sound için yaptım. Hem böylece sabahın dördünde komşuları rahatsız etmeden yüksek sesle şarkı söylemem de mümkün oldu.

Oum Shatt ismi Mısırlı şarkıcı Ümmü Gülsüm’e (İngilizce adı Oum Kalthoum) referansta bulunuyor. Zeki Müren, Orhan Gencebay, Müzeyyen Senar gibi Türkiye’den isimlerin yanı sıra Robert Plant, Bob Dylan gibi dünyadan pek çok müzisyenin de Ümmü Gülsüm’den büyük ölçüde etkilendiği biliniyor. Ümmü Gülsüm’ün müziğine ve Oum Shatt üzerindeki etkisine dair neler söylemek istersin?

Ümmü Gülsüm büyüleyici bir şarkıcıydı. Batıda sesini duyurabilen ilk isimlerden birisiydi. Ümmü Gülsüm’ün yanı sıra Bob Dylan’dan, Led Zeppelin’den ve Orhan Gencebay’dan da etkilenmiş olabilirim, kim bilir… Ne anlamda etkilendiğimi açıklamak kolay değil. Şarkı yazarken veya kayıtlar üzerinde çalışırken genellikle pek fazla müzik dinlemem. Dünyada kesinlikle çok fazla müzik var ve her müzisyen/grup dinleyicileri duygusal anlamda etkileme, albüm satın almalarını sağlama, suratlarına bağırma veya onların karşısına geçip mastürbasyon yapma derdinde. Önce bu döngüden çıkacak bir yol bulmalıyız, sonra da yeni bir yaklaşım. Bir yan yol.

Tur otobüsünde Omar Souleyman dinlediğinizi okudum. Kendisinin burada fanları var ve konser vermek için Türkiye’yi sık sık ziyaret ediyor. Omar Souleyman’ın müziğinde orijinal bulduğunuz şey nedir?

Gördüğümüz en orijinal adam olmayabilir ama yine de tur otobüsümüzün radyosu için yeterince çılgın olduğu kesin.

Afrika ritmlerini kullanarak disko sound’unu yeniden yaratan Arcade Fire gibi harika bir örnek var elimizde. Bu konuda bana katılır mısın bilmem ama sizin müziğinizde de benzer bir durum olduğunu düşünüyorum. Sence Oum Shatt’ın saykodelik Arap melodilerini barındıran disko sound’u da potansiyel anlamda Arcade Fire örneği kadar şanslı mı? Eğer değilse, sence dinleyicinin algısı bakımından arada ne tür farklılıklar var?

Farklı bölge ve geleneklere ait müzikleri kullanmak her zaman için dengeleyici bir eylemdir. Yeni bir şey yaratmak için istediği her materyalden faydalanmak sanatçının hakkıdır. Yine de sanatçı farklı kültürlere karşı hassas davranmalı ve klişelerden kaçınmalıdır. Ayrıca Batı müziğinin dominantlığı batının siyasi ve ekonomik anlamdaki dominantlığından kaynaklanıyor. Farklı bölgelerin müzikal mirasının muhafaza edilmesi ve İngiltere’deki bazı grupların yaptığı gibi bu mirasın üzerinde uğraşarak özgün ürünler yaratabilmek büyük önem taşıyor. Yine de Türkiye’de, hatta Nijerya’da da bizim ilgimizi hak eden pek çok müzisyen olduğunu düşünüyorum.

Doğulu ve batılı dinleyicilerin müziğinize verdiği tepkide bariz bir fark göze çarpıyor mu? Bugüne kadar hiç Orta Doğu ülkelerine turneye gitme fırsatı bulabildiniz mi?

İnsanların farklı tepkileri oluyor. Almanya’da bol bol olumlu eleştiri aldık ama yazarların çoğu bizi tuhaf veya mistik olarak tanımlıyor; ben de bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum. Fransızların kulağı kesinlikle bu tür müziğe daha aşina. Yine de itiraf etmeliyim ki Elvis, The Velvet Underground ve Beastie Boys ile büyümüş gariban beyaz çocuklarız. Hâlâ keşif sürecindeyiz ve bu süreci ciddiye alıyoruz.

Şimdiye kadar Türkiye’de hiç konser vermemiş olmanız çok üzücü. Yakın gelecekte burada bir konser planı var mı?

Elbette Türkiye’de konser vermeyi çok isteriz. Bir şeyler ayarlamaya çalışıyoruz. İlgilenebilecek bir organizatör bulmak işimizi kolaylaştırabilir. Söylediğim gibi, eski grubum Kissogram ile Beyoğlu’nda konser vermeye geldiğimizde çok eğlenmiştim.

21 Haziran 2016 Salı

Fraktal 16

Fraktal; çoğunlukla kendine benzeme özelliği gösteren karmaşık geometrik şekillerin ortak adı olarak geçiyor. Benzer parçaların birleşip aynı şeklin büyüğünü oluşturması. Kar tanesi örneğin.

Bu tanımdan yola çıkarak, benzer parçaların bir bütünü oluşturduğu kayıtlar hazırlamanın tam zamanı diyerek 16. programı buraya iliştiriyoruz.

Dinleyiniz.

Melis Alioğlu

Giriş: Ólöf Arnalds – Surrender

Aaron – Beautiful ScarSena Şener – YalnızımVashti Bunyan – Train SongWILDES – IlluminateANIMALI – Who?

9 Haziran 2016 Perşembe

Filmlerden Şarkılar: Wristcutters – A Love Story

Hazırlayan: Belgin Keleş

Çabalamadan oluyordu.

Olsun.

Fani hayatın sıradanlığından sizi kurtaracak, ne için yola çıkıldığından ziyade yolun kendi cazibesine kaptıracak, işe yaramaz mucizelerle dolu tuhaf bir aşk hikâyesi izlemek isterseniz bu filme bir bakın.

Etgar Keret‘in The Bus Driver Who Wanted To Be God (Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü) adlı kitabındaki Kneller‘in “Mutlu Kampı” isimli öyküsünden sinemaya aktarılmış film intihara meyilli bünyelere mevzuyu hiç de dramatikleştirmeden, kıvrak bir dille “etme yavrum, etme çocuğum hayat yaşamaya değer, özlersin”diyor adeta.

Malum yaz da geldi. Can yolculuk çekiyor. Filmde insanda nereye gittiğini planlamadan yola çıkma isteği uyandırıyor. Mevzu yol olunca yol şarkıları da kimilerimiz için yanımıza aldığım su kadar mühim. “Ne yani illa kendimizi mi keselim böyle güzel yol şarkıları dinlemek için?” dedirten de şahane bir soundtracki var filmin. İntiharı konu alan zira oldukça naif ve sevimli bu hikâyede “Gloomy Sunday”[1] in bir yerde kulağımıza çalınması da ince bir ayrıntı. Belki de yolda karşınıza Tom Waits çıkar, kim bilir?

Yüzünüzde kalacak hüzünlü tebessümü size temin ediyorum.

[1] Bestecisi Rezzo Serres, 70 yaşında intihar etmiştir. Şarki uzun yıllar Amerikan radyolarında yasaklanmıştı. Bir dönem intihar edenler şarkinin sözlerini son not bırakıyorlardı. ( https://en.wikipedia.org/wiki/Gloomy_Sunday )

2 Haziran 2016 Perşembe

Post Rock 2

Hazırlayan: Nur Hacıcaferoğlu

1990′da Rock müziğin alt türü olarak ortaya çıkan ve zamanla diğer müzik türleriyle etkileşime girerek yeni alt türler oluşturan Post Rock’ı konu edindiğimiz program yeniden yayında.

Et Al. – En Pleine LumièreGiardini di Mirò – Trompsø Is OKCommunion Of Stars – Through A Glass, Darkly

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Caz 7

Caz’ın 7. programıyla karşınızdayız.

Evrilen müzik zevki belki de biraz zaman önce, genişleyerek yeni ufuklara koşarken kulaklarıma çok sevdiğim bas ile beraber üflemelilerin kulak okşayıcı kadifeliği çalınmaya başladı. Duygularımı daha yoğun hissetmemi sağladı. Elimden geldiğince artık bu duygu sellerimi, enginlere sığamamalarımı bazen taşmalarımı sizlerle de paylaşmaya çalışacağım.

Umarız bu programı da beğenecek, “bu program daha sık yayınlansa” diyeceksiniz.

Deniz Özteoman

Brad Mehldau – Exit Music – For a FilmAldo Romano – AnnobonHypnotic Brass Ensemble – GagutMatthew Halsall & The Gondwana Orchestra – Only a WomanGoGo Penguin – All Res

26 Mayıs 2016 Perşembe

Fraktal 15

Fraktal; çoğunlukla kendine benzeme özelliği gösteren karmaşık geometrik şekillerin ortak adı olarak geçiyor. Benzer parçaların birleşip aynı şeklin büyüğünü oluşturması. Kar tanesi örneğin.

Bu tanımdan yola çıkarak, benzer parçaların bir bütünü oluşturduğu kayıtlar hazırlamanın tam zamanı diyerek 15. programı buraya iliştiriyoruz.

Dinleyiniz.

Melis Alioğlu

Ane Brun – To Let Myself Go

Hanging Valleys – Endless WaveDavid O’Dowda – RedemptionEERA – Drive With FearWake Owl – LettersYiğitcan Ünlü – Beni Hatırla

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Trip 12

Hazırlayan: Evrim Cantimur

Sizi rüyalardan rüyalara sürükleyecek bir yayın hazırladım. Adım sanım Trip, tek amacım da rüya ile boşluk arasındaki duyguyu tam olarak verebilmek.

Başınıza geleceklerden de sorumlu olduğumu belirtmek isterim. Beklenmeyen bir durum olduğunda danışabilirsiniz.

Hadi o zaman sizi 12. kayıtla baş başa bırakıyorum.

Eliza Shaddad – WarsNoiserv – It’s Easy to Be a Marathoner Even If You Are a CarpenterNadine Shah – Big HandsThis Is Head – ColorsShearwater – Home Life

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Şarkıların Hikayeleri: Manic Street Preachers

Hazırlayan: Aslı Dernek

Ocean Spray 

James Dean Bradfield’in annesi Sue’nun ölümü üzerine yazdığı oldukça kişisel bir şarkı. Şarkıya adını veren Ocean Spray ise annesinin kanserle olan savaşı sırasında hastane odasında birlikte içtikleri kızılcık suyunun markası. Şarkıda geçen “Lütfen uyanık kal; böylece biraz daha Ocean Spray içebiliriz.” cümlesi Bradfield’in bu dönemde hastanede annesiyle geçirdiği zamanlardaki hissiyatını anlatıyor.

Başlangıçtaki Japonca liriklerde ise “çok güzel gözlerin var…çok güzel gözler.” ifadeleri geçiyor.

Ocean Spray markasının yaratıcıları şarkıyı reklamlarında kullanmak isteseler de grup beklenildiği üzere bu talebi reddetmiş.

3 Ways To See Despair

Big Country grubunun kurucusu ve solisti olan Stuart Adamson‘ın parçalanan evliliği akabinde kendisini bir otel odasında asarak intihar etmesinden etkilenerek yazılmış bir şarkı. MSP basçısı/söz yazarı Nicky Wire şarkıyla ilgili ana fikri “Stuart Adamson’ın resimlerine bakıyordum – ve bu spesifik bir şekilde sadece Stuart’la da ilgili değil – “Her şey nasıl bu kadar kötüye gidebilir?” fikriyle ilgili. Nasıl olur da bu kadar yetenekli ve güzel bir şey kendini kaygı ve güvensizlikle yiyip bitirir ve sen bunu asla durduramazsın? Ve muhtemelen hiçbir zaman da durduramayacaksın…” şeklinde açıklamış.

Grup aslında bu şarkıyı Morrissey için yazmış ama şarkı hakkında fikrini almaktan korkmuşlar. Nicky Wire konuyla ilgili “Tarafından reddedilmeyi kaldıramayacağım tek kişi o. Diğer insanlar yaparsa kaldırabilirim.” demiş.

Small Black Flowers That Grow in the Sky

1995 yılında ortadan kaybolan MSP gitaristi Richey Edwars‘ın yazdığı şarkılardan biri. 27 yaşında kaybolan Richey Edwars grup Amerika turnesine çıkmak üzereyken otelinden ayrılmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştı. Arabası Severn Köprüsü yakınlarında bulunmuş fakat bedenine hiçbir zaman ulaşılamamıştı. İngiltere kanunlarına göre 7 yıl sonra “ölmüş” sayılması gerekirken ailesi ve hayranları bunu kabul etmediler ve aramayı sürdürdüler.

Gitaristin yazdığı şarkı sözleri “Everything Must Go” albümünde kullanıldı ve müzisyenin katkı sağladığı son albüm bu oldu. Small Black Flowers That Grow in the Sky’ da bu albümdeki şarkılardan biri.

Small Black Flowers That Grow in the Sky, hayvanat bahçesindeki hayvanlarla empati kurarken Edwards‘ın kafasındaki kendi tutsaklığına bakış atan bir şarkı. Edwards ile çok yakın olan basçı Nicky Wire, Edwards’ın şarkıyı “Hayvanat bahçesinde doğmak ve sıkıntıdan aklını yitirmek” fikri üzerine yazdığını söylüyor. “Fakat dikkatli bakarsanız, şarkının aslında onunla ilgli olduğunu anlarsınız.” diye de ekliyor.

13 Mayıs 2016 Cuma

Sizinkiler 3

Neleri ayıla bayıla dinlediğinizi sosyal medya kanallarımızdan sizlere sıkça soruyoruz.

Paylaştıklarınızın hepsini baştan sonra dinliyorum, bazılarını çok iyi biliyorum, bazılarını da ilk kez sizin sayenizde duymuş oluyorum.

Daha önce duymadığım ama ilk dinlemede beni çok etkileyen şarkıları 3. kez bir araya getirdim. 2 istisna var, o da Poliça ve Chelsea Wolfe .

Şarkılar paylaşmaya devam.

Evrim

Cihan Mürtezaoğlu – Senin Adın ZambakChrysta Bell – Real LoveMayer Hawthorne – Green Eyed LovePoliça – BerlinThe Internet – DontchaMonte Video – Sheba (She Sha She Shoo)Archive – PillsChelsea Wolfe – Hypnos

10 Mayıs 2016 Salı

Ulan – Life in Vain

Hazırlayan: Aslı Dernek

Volkan Diyaroğlu, Ziya Levent Aybay ve Özgür Öner‘den oluşan Ulan; 2015 Nisan ayında Sony Müzik Türkiye etiketiyle yayımlanan ilk albümleri Dua Tarlası‘ndan sonra, 4 şarkıdan oluşan İngilizce EP’leri Life in Vain‘i görücüye çıkardı.

Grup yeni kısaçaları Life in Vain ile daha sert/koyu ve derin bir sound ile karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda projede progresif, saykodelik rock etkileşimlerini ve elektronik dokunuşlarını da hissediyoruz. Liriklerde ise kuvvetli politik söylemler, modern dünyanın insan üzerindeki baskısı; din ve sahte demokrasi gibi olgular işlenmiş.

Valencia ve İstanbul hattında çalışılan albümde vokaller, gitar, piyano, padler ve synthler Volkan Diyaroğlu, bas gitar Ziya Levent Aybay, gitarlar Özgür Öner ve davullar Alex Manzano tarafından kaydedilmiş.

İlk klip, EP’deki favorimiz Dig in Your Mind için Volkan Diyaroğlu tarafından çekilmiş. Savaş ve bombalama görüntülerinin eşlik ettiği video oldukça depresif. Şarkıda fısıltı olarak duyduğumuz Türkçe vokaller sarsıcı imajlarla birleştiğinde karanlık bir 3.5 dakika sunuyor.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Mayıs Konserleri

Hazırlayan: Deniz Erden

Gaye Su Akyol // 7 Mayıs // Babylon Bomonti

Gelecek Eylül ayında yeni albümünü yayımlayacak Gaye Su Akyol, kalpleri hem Doğu’dan hem Batı’dan vurmak üzere 7 Mayıs akşamı Babylon’da olacakmış.

Vassiliki Papageorgiou & Aliki Markantonatou // 10 Mayıs // Akbank Sanat

Geleneksel Yunan müziği, antik melodiler ve lirik şiirler. Meraklıları ve sevenleri için Vassiliki Papageorgiou & Aliki Markantonatou konseri Akbank Sanat’ta gerçekleşecek.

Esra Kayıkçı // 11 Mayıs / Zorlu PSM Stüdyo

Jazz müziği ve masalsı yapısıyla Esra Kayıkçı ilk solo albümü Bozgun Hatıra’yı, dinleyicileri ve henüz tanışmamış olanlar için Zorlu PSM Stüdyo’da paylaşacak. Bir Çarşamba akşamı yapılacak en iyi şey olma niteliğini koruyan bir konser.

ParkFest // 15 Mayıs // KüçükÇiftlik Park

Açık hava festivallerinin açılışı niteliği ile ParkFest, Nea ve Vera Müzik organizasyonuyla bu sene Azealia Banks, Riff Cohen, Jain, Hey Douglas ve Gökçe Kılınçer’i ağırlıyor.

Tindersticks // 27 Mayıs // Zorlu PSM

Müzikleri herhangi bir başlık altına koyulamayacak, parçalarıyla hayatımıza soundtrack etkisi yaratmış ve her albümü ayrı tada sahip olan Tindersticks,10. stüdyo albümü “The Waiting Room” turnesi kapsamında Zorlu PSM’de hayranlarıyla buluşacak. Nick Cave ve Leonard Cohen havalı derin sesiyle Stuart Staples’ı canlı dinlemek için kaçırılmayacak bir konser.

Chill-Out Festival // 28 – 29 Mayıs // Life Park

10 yılı geride bırakmış, indie, elektronik, soul, funk gibi müzik havaları solutması dışında, kültürel ve sanatsal etkinliklerin de yer aldığı Chill Out Festival, bu sene de birbirinden heyecanlandırıcı isimlerle yazı kutluyor. Sahne alacak isimler ise şöyle;

28 Mayıs;

Bedouin • Chairlift • Choir of Young Believers • Cigarettes After Sex • Clarian • Matthew Herbert • Nico Stojan • Parra For Cuva & Senoy • Polo & Pan • Red Axes • Rodrigo Amarante • Temples • Wareika • cantanca • Islandman • Nilipek. • Nusaibin • Style-Ist • Violations Radio

29 Mayıs;

Chico Trujillo • dOP • Fakear • Guts • Hugo Kant • Jo.Ke • Life On Planets • Lola Coca • Lucas Santtana • Mimi Love & The Sorry Entertainer • Orchestra Of Spheres • Raz Ohara • The Field • Viken Arman • YokoO • Wide Awake • Ah! Kosmos • Oceanvs Orientalis • Flapper Swing

Beirut // 28 Mayıs // KüçükÇiftlik Park

Batı Avrupa ve Balkanlar’a özgü müziği, indie folk çatısı altında özgün biçimde birleştiren Beirut son albümleri “No No No” turnesi kapsamında KüçükÇiftlik Park’ta sahne alacak.

5 Mayıs 2016 Perşembe

The Nash Ensemble ve Hilary Hahn & Cory Smythe

2010 yılından beri, dünyanın en prestijli salonlarından biri olarak kabul edilen Wigmore Hall’un yerleşik oda topluluğu olan The Nash Ensemble, 4 Mayıs akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu‘nda olacak.

Topluluk Haydn’dan günümüzün önde gelen bestecilerine kadar uzanan geniş bir repertuvara sahip. 1964 yılında kurulan topluluk, 50 yıllık geçmişinde klasik eserlerin yanı sıra gelecek nesillere miras sağlaması adına çağdaş eserlere de önem vermektedir. Program ve detaylar için tıklayınız.

5 Mayıs akşamı ise Hilary Hahn & Cory Smyth, Cemal Reşit Rey Konser Salonu‘nda olacak. Hilary Hahn, virtüözitesi, geniş yorumlama yeteneği ve yaratıcı repertuvar seçimleriyle göz kamaştıran bir uluslararası üne sahip. 16 yaşında ilk albüm kaydını yapan sanatçı, bugüne kadar yayımladığı 12 albümüne ek olarak 3 DVD ve bir Oscar adayı film müziği ve çocuklar için çıkardığı ödüllü kayıtlarla geniş bir diskografiye sahip. Cory Smythe ise klasik müzik ve modern müzik üzerine yoğunlaşmış günümüzün önde gelen genç kuşak piyanistleri arasındadır. Sanatçı solo ve oda müziği performansları ile farkındalık yaratmış, özellikle Yeni Müzik üzerine yaptığı çalışmalar ile Uluslararası Darmstadt Festivali ve Lincoln Center’da düzenlenen Mozart Festival gibi prestijli festivallerde farklı disiplinlerde başarılı performanslara imza atmıştır. Program ve detaylar için tıklayınız.

3 Mayıs 2016 Salı

Suha: Neyi Neden Yaptığımızı Daha Çok Düşünmek Gerek

Hazırlayan: Tuğçe Yapıcı

Yaklaşık bir ay önce “Bağımsız Yerli Müzik: Gözümüzün Tam Önünde” başlıklı yazımın yayımlanmasının hemen ardından Süha Zaimoğlu‘nun bana gönderdiği e-posta beni çok etkiledi. Yazıda bahsettiğim konular üzerine uzun zamandır derin sorgulamalar yürüten bir müzisyenle tanışıp tartışma şansı yakalamanın yanı sıra Suha‘nın mart ayında yayınladığından bihaber olduğum üç parçadan oluşan Moonkid EP‘si de benim için vurucu bir tanışma oldu. Öncesinde ne Süha’yı tanıyordum ne de çalışmalarını duymuştum. Oysa bana gönderdiği e-postanın ardından nisan ayı boyunca en sık dinlediğim albüm Moonkid oldu. Hem de Suha’nın EP’yi Soundcloud üzerinden yayınladıktan sonra tanıtım adına hiçbir eylemde bulunmayıp albümünü gözlerden uzak tutmasına rağmen. Neden mi? Çünkü bu, tanıtımın rolünü daha iyi kavramamıza yardımcı olacak “bir nevi deney”.

Yaklaşık on senelik profesyonel müzik geçmişin olmasına rağmen ilk defa kendi adınla bir kayıt yayımladın. Bugüne kadarki müzikal çalışmalarından bahsederek başlamak ister misin?

Evet, on sene evvel evde kendim yapıp kendi dinlediğim müzikler üretmeye başladım. Myspace üzerinden R&B/Rap türünde yayınladığım şeyler sayesinde tanıştığım müzisyenlerle çalıştım ve profesyonelliğe ilk adımı bu şekilde attım herhalde. Yıllar içinde film, reklam müzikleri, jingle’lar gibi ticari işlerle stüdyo nasıl bir yer, plak şirketi ne yapar, bunları anlama fırsatım oldu. Sahne arkasında farklı janrlardan tecrübeli müzisyenlerle çalışmak ise sanırım bana çok şey kattı.

Sahne, canlı müzik yapma fikri de çok ilgimi çekiyordu. Beyoğlu’ndaki bazı mekanlarda jam session’lara çıkmaya başladım. Sonrasında Avrupalı indie/elektronik gruplarla ortak projeler yaptım. Emprovize-cover sessionlar, blues, funk, gypsy jazz, Balkan, swing sahneler sayesinde sesimin ve yeteneğimin sınırlarını ölçme fırsatım oldu. Eğlenceli bir dönemdi.

Tabii tüm bunlar olurken bir yandan ev stüdyomda aldığım kayıtlar, kendi müziğim diyeceğim şeyin oluşma süreci hep devam etti. Singer-songwriter, ambient, trip-hop türlerinde projeler ürettim. Bu sayede elimde büyük bir sample arşivi oluştu ve Suha ismiyle Moonkid EP böyle ortaya çıktı.

Bugüne kadar müzik dışında neler yaptığından, daha doğrusu hayatta kendine neleri dert edindiğinden de bahsetsene biraz.

Sanırım müzik harici yaptığım diğer işler de müziği dert edinme sebebimle aynı. Tanık olmak, öğrenmek, kıymet verdiğin bir şeyleri yakalayıp onları yaşatmak istemek, paylaşmak vesaire. Bu yüzden sanat kendimi ifade etmek adına en iyi yoldu. Edebiyat benim için en önemlilerden, bir şeyler yazıp çiziyorum. Fanzin ve edebiyat dergilerinde yazılarım yayınlandı. İstanbul Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı eğitimi aldım, şu an ise Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde devam ediyorum.

Bunun haricinde Mamut Art Project ve Photo Istanbul gibi sergilerde yayınlanan fotoğraf ve ses peyzajı projelerim var.  Avrupa’dan modern sanatçılarla ortak işler de yaptım. Bir yandan street art ile uğraşıyorum. Bir backpacker olarak Avrupa’nın büyük bir kısmını dolaşıp sokak sanatını ve kültürünü inceledim. Sokaklar bu isimsizliğin ve gözlemciliğin evi. Sokak kültüründen kopamam sanırım. İstanbul ise bizim evimiz, kendimi evimde hissettiğim inanılmaz bir şehir. Ben tarihi yarımada içinde büyüdüm. Müziği, edebiyatı, sanatı, o ruhu buradan alıyorum. Bu sebeple burada free-walking turları düzenledim, dünyanın her yerinden katılımcılarla bu hissi paylaşmak, rehberlik etmek beni iyi hissettiriyor.

Peki kendi isminle müziğini paylaşmak için neden bu kadar bekledin? Kendi ismini arka planda tutmanın ardında ne gibi düşünceler/çekinceler vardı?

Şimdi geriye bakıp “on sene oldu” deyince tuhaf geliyor ama bazı şeylerden emin olana dek kısmen bir gözlemci olarak kalmayı seçtiğim için oldu bu. “Evet, bu benim müziğim” derken zorlanmayacağım bir müziği yapmak için yeteri kadar şey görmem ve kendimi denemem gerektiğini düşündüm.

Bunun sebeplerinden biri benim de yıllar içinde müzikle olan ilişkimin ve bakış açımın değişmesi. “Neden müzik yapıyorum? Yapmaya devam edecek miyim?” gibi sorular zamanla kendiliğinden yanıtlandı. Bu benim için bu denli önemliyken bir de benim dışımdaki ortamın, müzisyenden dinleyiciye ulaşırken geçilen o yoldan aldığım hissiyatın tekinsiz olması var. Çekincelerim genellikle sektörün işleyen çarklarının arasında kendimi uyumsuz hissetmekle alakalıydı. Doğal olarak her yer güllük gülistanlık değil. Ağır şartlar, haksızlıklar, sanatçıya istemediği türde işler sunmak, bundan bahsedildiğinde ‘Ama her şirket böyle’ gibi yanıtlar alınması vesaire. Genellikle bu şekilde. Ben yaptığım şeyi yapıyorum ve bana kalırsa hep yapacağım, bunu sunma aşamasında ise doğru yöntemi ve anı beklemek en mantıklısı.

3 parçalık ilk EP’ni Mart ayında Soundcloud üzerinden yayımlamışsın ve nadiren paylaşımda bulunan bir Facebook sayfan var. Ortaya bir ürün koyup tanıtım adına hiçbir şey yapmamak bir nevi deney mi? “Beni ilgilendiren konu, müziğini paylaşma aşamasına gelindiğinde o müziğin bundan nasıl etkilendiği” diye bir şey yazmıştın bana. Paylaştığın halde adeta Soundcloud’ta saklar gibi hiç tanıtım yapmıyor olman da müziğini korumaya yönelik bir içgüdü mü acaba?

Bana kalırsa içimizdeki birtakım sesler, şeyler somutlaşma aşamasına gelecek kadar kuvvetliyse ve ortaya konduysa kendi yolunu çiziyor. Moonkid denen karakter ilk etapta benim desteğim olmadan ne kadar yürüyebilir, kaç adım atabilir onu görmek istedim. Uzun zamandır gözlemciyim ben, pek bir acelem yok. Dediğin gibi, bu bir nevi deney. Ama korumaktan ziyade ölçüp tartmaya dayalı. Elbette bu hep böyle gitmeyecek. Bir cevap aldığımdan emin olunca ben de içim rahat bir şekilde tanıtım vesaire yapabilirim. Çok seçenek var, ama neyi neden yapıp tanıttığımız konusunda daha çok düşünmemiz gerek bence.

Moonkid EP’sinin hazırlık süreci nasıl bir deneyimdi, kimlerle çalıştın?

Tahmin ettiğimden daha yoğun ve etkili bir süreçti bu. Her şeyden evvel çalışmalarımın ilk kez ‘Suha’ ismiyle yayınlanması fikri beni daha idealist kıldı. Dediğim gibi, uzun zamandır elimde biriken bir sesler arşivi vardı. Bu süreçte pek çok enstrümanist var beraber çalıştığım. Kendimi bir ürün ortaya koyana dek kompozisyon, söz yazarlığı, vokal, enstrüman kayıtları, aranje, miks gibi prodüksiyon süreçlerinde pek çok sıfata bölmem gerekiyor. Yayından bir önceki durak olan mastering aşamasında Akın Sevgör ile çalıştım. Ayrıntıları Soundcloud ve Bandcamp’te track info’larda görebilirsiniz.

Hem genel anlamda hem de bu topraklarda elektronik müzik yapmanın ne gibi zorlukları var? Bir de iş konser vermeye gelince elektronik müzikten kaynaklanan farklar neler?

Elektronik müzik ve müzisyenler adına genel bir şey söyleyemem. Ama benim fikrimce elektronik müzik yapan birinin live session’larda biraz daha hakiki olması gerekiyor. Suha’yı sahneye taşırken multi-enstrumanist müzisyen Berk Artış ile çalışıyorum. Canlı sahnede elektronik düzenlemelerin üzerine kayıtlardan farklı olarak çello, elektrik gitar gibi yeni dokunuşlar ekliyoruz. Midi controller ile parçayı eş zamanlı olarak idare ettirip vokal yapıyorum, ortamın ve anın enerjisine göre mutlaka değişen emprovize bölümler oluyor. Bence sahnenin ve canlı performansın canlılığı böyle faktörlerle desteklenmeli. Öte yandan siz bu kadar uğraşırken sahne aldığınız mekanın ses ekipmanı, akustiği, tonmaister, sahne düzeni gibi etmenler hayati önem taşıyor. Eğer düzen belli bir kalitenin altındaysa o çok çalıştığınız performansınız maalesef hak ettiği etkiyi yaratamıyor.

Bandcamp’teki EP tanıtımında şöyle yazıyor:

‘Moonkid’ is an imaginary friend of Suha. Since this hybrid figure is imagined-looking at this world on the one hand and at the outer space on the other- he is in an effort to situate himself in the cosmos. (‘Moonkid’ Suha’nın hayali arkadaşı. Bu melez figür hayali olduğundan ötürü -bir yandan bu dünyaya öte yandan uzaya bakarak- kendisini kozmosta konumlandırmak için çaba sarf ediyor.)

Hem bu metnin hem de artwork’teki görselin etkisiyle Moonkid karakteri bana biraz Küçük Prens’i anımsattı, zihninde kitaba herhangi bir referansta bulundun mu?

Exupéry’nin Küçük Prens’i benim kendime rehber aldığım kitaplardan. Moonkid’in yaratım aşamasında bunu öyle bir farkındalıkla hiç düşünmemiştim. Ama şimdi görüyorum ki elbette etkilenmişim, bu tespitin benim için çok önemli bir işaret.

EP’den bir sene evvel, Moonkid fikri ‘’27,3’’ adıyla bir fotoğraf projesi olarak yayınlandı. İlk etapta görsel olarak kendisine bir beden bulması gerektiğini hissettim ve bir ay maketi yapıp kafama geçirdim, alt metnini yazdım; bu metin oradan alıntı.

Moonkid kendisini kozmosta tam olarak nerede konumlandırmak istiyor? Bir de Moonkid’in senin bir nevi alter-egon olduğunu düşünmek yanlış olur mu?

Moonkid’in kendini kozmosta tam olarak nerede konumlandıracağı tam bir muamma. Tıpkı Ay gibi yörüngesine oturacağı sürpriz faktörlere dayalı bu ilk aşamada. Bir süre sonra ise Ay gibi tastamam bir noktaya oturtulabilmesi için akıllı bir elin değmesi gerektiğini düşünüyorum. Alter-ego kavramı ise insanı ele aldığımızda bence çok tekil-diğer bir karakter. Psişemizde sayısız karakter var ve Moonkid de benim içimdeki sayısız karakterden bir tanesi. Çocuksu merakı, yabancılığı, gözlemlemeyi ve var olma isteğini ifade ediyor.

Bana ilk gönderdiğin e-postada içinde bulunduğumuz çağda müziğin üretimi, paylaşımı, tanıtımı ve tüm bunları takip eden sürece dair sorgulamalarını paylaşmıştın. Sakıncası yoksa o soruları herkesin okumasını isterim.

“Yeniden üretilebilirlik çağında müzisyen kendini neredeyse yalnızca reklam ve PR ile var eden şekilsiz bir form gibi; markalaştıktan sonra mı kabul görüyor? Kişisel beğeni dediğimiz olayın dahi bu ön koşuldan sonra devreye girdiğini düşünmekle yanlış etmiş mi olurum? Bağımsız müzik kavramının içinin boşaltılması ve başkalaşması tam olarak bu sebepten ötürü olabilir mi? Müzikalite ve sanatsal kaygılar taşımak ‘piyasayı’ reddetmek mi demektir? Underground’dan overground’a çıkan müzisyenler neden eski dinleyicilerini üzerler? Toplumsal beğeni ve marketing birbiriyle ne kadar ilişkili? Aynı zamanda bir performans sanatı olan müzik çoğunlukla bir eğlence aracı mıdır? Şirketleşmeye yanaşmayanlar neden kendi bağımsız şirketlerini kurarlar?” gibi şeyler sormuştum.

Pazarlama çağında pazarlamanın toplumsal beğeniyi ve dolayısıyla da üretimi şekillendirmesinden kaçınmanın herhangi bir yolu olabilir mi sence?

Estetik algımızla ve neden sanat tükettiğimizle çok yakından ilişkili bu bence. Eğer samimi ve içsel etmenlere dayanıyorsa pazarlama yalnızca erişilebilirlik açısından büyük bir öneme sahip. Bunun haricinde ise marka ve isme olan zaafımız belli bir farkındalık seviyesine kadar çok belli formüllere bağlı ve rahatça programlanabiliyor. Kaçınmak zorunda mıyız bilmiyorum, sonuçta insan algısı şu an böyle ve eğer insanlara ulaşmak istiyorsak bunun yöntemleri belli. Bunu çok kötücül bir şey olarak görmüyorum. Fakat o vakte dek benim kontrollü deneyim pazarlama yapmamak oldu. Bu sayede daha hakiki verilere ulaşacağımı düşündüm.

Hem alternatif hem de ingilizce sözlü müzik yapan bazı müzisyen/oluşumların bu ülkede müziklerinin anlaşılacağına dair bütün ümitlerini kaybettiklerini gözlemliyorum. Sen ne düşünüyorsun bu konuda, “bazı” müziklerin gerçekten hiç mi “anlaşılma” ihtimali yok? Bir de tabii “müziğin belli bir coğrafyayı hedeflemesi” kavramına nasıl bakıyorsun?

Bugün müzik internette yaşıyor. Sahneler ise sonra geliyor. İnternet dünyayı saran bir ağ olduğundan coğrafi sınırlar büyük oranda aşıldı. Bundan sonrası internet kullanıcılarının kafalarındaki sınırlarla ve merak güdüleriyle alakalı. Anlaşılmama kaygısı gütmek bir yandan çok doğal öte yandan da çok gereği olmayan bir kaygı sanırım. Milyarlarca müzik, sayısız müzisyen var. Kim kimi anlayacak, sen neyi anlatmak istiyorsun, kim anlasın istiyorsun, bu soruları adamakıllı yanıtlayıp sabırla takip ettikten, yaptığın şeye inandıktan sonra kimse anlamasa dahi o işin kıymetli olduğuna inanıyorum. Ki bir süre sonra anlayan birileri de mutlaka çıkıyor, daha doğrusu anlamak zorunda kalıyor veya -mış gibi yapıyorlar.

Burada anlaşılmayacağını düşünerek Avrupa/Amerika’yı hedeflemek de bir başka eğilim. Dünyaya, daha doğrusu batıya açılmayı hedeflemek bu ülkedeki dinleyiciyi hepten gözden çıkartmayı gerektiriyor mu sence, yoksa bir denge tutturmak mümkün mü?

Avrupa/Amerika’nın hedeflenmesi mevzusu biraz da zorunluluktan. Burada umursanmayan veya beğenilmeyen işlerin Avrupa’da saygı görüp yatırım yapıldığı durumlar oluyor. Bu çok klişe, “Pavarotti Türkiye’ye geldi konservatuvara giremedi.” mitiyle alakalı bir durum. Bizim insanımız illa başkası beğendiyse beğeniveriyor çoğu şeyi. Bu da genel olarak insanımızın beğeni algısının kişisel yönelimlerden ziyade imaj ve intiba takıntısıyla alakalı olduğunun basit bir göstergesi.

Doğu müziyle ilişkin ne seviyede? Sentezde özgünlük yakalayabildiğin için derinine indiğini düşünüyorum, doğu ezgilerini öğrenirken kimlerden beslendin?

Bu coğrafyanın, bu kültür mirasının üzerinde yaşıyor olmak pek çok açıdan pek yabana atılacak bir durum değil. Doğu müziği deyince aklımıza ilk olarak arabesk ve halk müzikleri geliyor. Fakat bana Doğu müziği Doğu Roma’dan başlayarak Hindistan’a kadar uzanan bir coğrafyayı çağrıştırır. Muazzam ve sınırsız bir birikim bu. Çocukken annelerimizin söylediği ninniler Hicaz makamında, sokakta oynarken söylediğimiz şarkılar doğu makamlarında, her gün duyduğumuz çoğu ses bu alandan bir şeyler taşıyor… İnkar edemeyeceğimiz bir şeyler kazındı bize. Türk Halk, Sanat Müziği köklerinin Bizans’a dayandığını öğrendiğimde bir kilise ayini dinliyordum. Çok şaşırmıştım. Sanırım bu yüzden, bir ruh taşıyan, ender bir yerlere dokunan sesler ve müzikler genellikle Doğu müziğini anımsatır bana.

Müziğindeki doğu motiflerinin müziğinin batılı kulaklar tarafından algılanışını nasıl etkileyeceğini düşünüyorsun?

Algılanışı ne yönde, ne kadar, olumlu mu olumsuz mu etkileyeceğini kestirmeye pek çalışmıyorum. Benim elimdeki materyal, birikim bu. Benim yaptığım müzik kendime yakın diyebildiğimde, şimdilik böyle şeyler oluşuyor. Reddedemeyeceğim bir durum bu. Kulak aşinalığı olmayan insanların dinleyemeyeceği kadar doğu yöntemleri de kullanmıyorum. Biraz ortada bir yerde, bizim gibi. Geri kalanı kişisel beğeniyle alakalı.

Dalai Lama Türkiye’ye geldiğinde bir laf etmişti, düşündürmüştü: “Asya’da iken Asyalı insanlar gördüm, Avrupa’da iken Avrupalı insanlar. Türkiye’ye geldiğimde ise Avrupai giyimli Asyalı insanlar görüyorum.” Bu söz bence bu konularla alakalı pek çok soruya başlı başına bir yanıt verebilir.

Benim sorularım bu kadar, senin eklemek istediğin herhangi bir şey var mı? Zaman ayırdığın için çok teşekkürler ve ‘deney’inde bol şans.

Ülkemizdeki müzik algısı, müzisyenler ve dinleyiciler üzerine akıl yürüten ve bunu insani etmenlere özen göstererek yazan birilerinin olması her zaman çok kıymetli benim için. Bu sebeple ben teşekkür ederim, çalışmalarını merakla takip edeceğim.

30 Nisan 2016 Cumartesi

Suuns – Hold/Still

Hazırlayan: Aslı Dernek

Kanadalı deneysel indie rock grubu Suuns, 3. stüdyo albümleri Hold/Still‘i 15 Nisan 2016 tarihinde görücüye çıkardı.

Hold/Still gizemli; bilmece gibi bir albüm. Ürkütücü bir şekilde güzel bir taraftan da. Albümü dinlerken özenle seçilmiş zıt melodilerin bir araya getirildiği ve bilişsel bir ahenksizlik yaratıldığı hissiyatına kapılıyorsunuz. Albüm bu özelliği ile ilk dinleyişte tüm sırlarını açmıyor; birden çok kez dinlediğinizde kendinizi yakın ve içinde buluyorsunuz.

Albümdeki 11 şarkı aynı anda hem saykodelik hem sert; duygu yüklü ama bir taraftan da soğuk; organik ama kimi yerlerde oldukça elektronik; deliliğin kıyısında seyrediyormuş gibi gergin fakat bir o kadar da kontrolü bırakmayan; dengeyi sürdürmeye çalışan parçalar olmuş. Davulcu Liam O’Neill bu zıtlıklarla ilgili “Bu albümün dinleyici olarak size direnen bir yapısı var; sebebinin albümdeki karşıt güçlerin sürekliliği olduğunu düşünüyorum” yorumunu yapmış. “Örneğin Brainwash’ı dinlediğinizde oldukça yumuşak ve şiirsel bir gitar şarkısı olmasının yanında, aralıklarla duyduğunuz davul desenlerinin şarkıyı had safhada agresif yaptığını da hissedebiliyorsunuz. İki farklı dünyayı da aynı anda yaşıyorsunuz.” diyerek devam etmiş.

Açılış şarkısı “Fall” keskin/acı gitar sesleri ile başlıyor ve bozulmuş hoparlörden duyuyormuşuz hissi veren dramatik vokaller ile devam ediyor. Sonrasında gelen “Instrument” yeknesak bir vurgu üzerine inşa edilmiş; alttan gelen zayıf gitar yankılanmasını yine “vurgulanarak” söylenen sözcükler destekliyor. 7 dakikalık “Careful” ise agresif gitar tınılarını derin, dalgalı synthler ile gizleyerek giderek artan huzursuz bir atmosfer yaratması ile benim favorim oldu.

Suuns‘un Hold/Still‘i için bir “kutuplaşma” albümü diyebiliriz. Albümün tekinsizliği ve tahmin edilemezliği bence çok ilgi çekici olmuş. Karanlık işleri seviyorsanız kaçırmayın!

28 Nisan 2016 Perşembe

Takıntı 55

Hazırlayan: Uğur Yılmaz

Takıntı, yayınlandığı dönem içerisinde takılıp kalınan, hastalık derecesinde dinlenen, çeşitli tarzlara sahip 5 şarkıyı kapsıyor.

Pixx – DeploreAlt-J – TaroSunflower Bean – Easier SaidDaughter – Howiamamiwhoami – Hunting Pearls

26 Nisan 2016 Salı

Gece 11

Geceye dair bir şeyler söylemek adına hazırladığımız programın 11. yayınını aşağıda bulabilirsiniz.

Dan Mangan + Blacksmith – New SkiesFrank – All BrokenStina Nordenstam – Mary BellFloating Action – Hold Your Fire feat. Angel OlsenThe Mountain Goats – Hair Match

21 Nisan 2016 Perşembe

Sansar Salvo’dan Hip Hop Miks 1

Yerli Rap müzik piyasasında önemli bir yeri olan Sansar Salvo‘dan bize özel miksi aşağıda bulabilirsiniz.

16 Nisan 2016 Cumartesi

PJ Harvey – The Hope Six Demolition Project

Hazırlayan: Aslı Dernek

PJ Harvey‘nin 9. albümü The Hope Six Demolition Project (15 Nisan 2016) geçen sene akıllara kazınacak bir şekilde, Somerset House enstalasyonunun bir parçası olarak kaydedilmeye başlandı. Yani PJ Harvey ve grubu Londra’nın Somerset House‘unun bodrumunda bir camın arkasında seyircilerin gözleri önünde albüm çalışmalarına başladılar.

Polly Jean Harvey‘nin gazetecileri bıktıracak şekilde çoğu röportajında şeffaf olmadığı; şarkı sözleri ile ne demek istediğini açıklamayı reddettiği ve özel hayatı hakkında çoğu zaman konuşmak istemediği düşünüldüğünde yaratıcılık prosesi hiçbir zaman bu albümdeki kadar transparan olmamıştı.

“Halka açık” kayıt aşaması, geçtiğimiz Ekim’de hazır şarkıların şiirler eşliğinde canlı olarak dinleyicilere çalınması – şiirler The Hollow of the Hand kitabında toplanmış – ve albümün formunu oluşturan Afganistan, Kosova, Washington DC ziyaretlerinde Seamus Murphy tarafından çekilen fotoğrafların görücüye çıkması ile Harvey’nin alışkın olmadığımız bir şekilde dinleyiciyle kuvvetli bir ön iletişim kurmaya çalıştığına şahit oluyoruz. Harvey’nin projeyi açıkladıktan sonra hiçbir röportaj vermediği düşünüldüğünde; sanatçının dinleyicilerine şimdilik sadece müziği ile dokunmak istediğini söyleyebiliriz.

Yeni albüm Harvey‘nin 2011 yılında çıkan Mercury Prize ödüllü, geçmişten günümüze savaş olgusu ve bunun insanlık üzerindeki etkilerinden bahseden Let England Shake albümünün devamı olarak yorumlanabilir; fakat sanatçının bu sefer Amerika odaklı olduğunu söylemekte fayda var.

Açılış parçası olan “The Community of Hope” un ismi Washington DC’deki bir hayır kuruluşundan geliyor. Şarkı kesik gitar soundlarıyla ve sözleriyle oldukça kasvetli. Parçadaki bazı sözler nedeniyle Harvey, DC’de yaşayan halktan tepki toplamış. Şarkıda geçen “bağımlı zombi” göndermesi ve bölgedeki okul için söylenmiş “b.k çukuru” tanımlaması ile Harvey lokal insanların öfkeli eleştirilerine maruz kalmış.

“The Ministry of Defence” kuvvetli ve gürültülü gitarın eşlik ettiği; gözümüzün önünde – hiç de yabancı olmadığımız – savaş sonrası şehir resmini canlandıran bir şarkı.

“The Orange Monkey” benim albümdeki favorilerim arasında. Albümün temasını oluşturan gömülü tarih ve yolculuk ekseninde Harvey’nin kendi içsel seyahatını da anlatıyor bize.

Kapanış şarkısı “Dollar Dollar” ise Harvey’nin içinde olduğu araba kırmızı ışıkta durduğunda para istemek için arabaya yaklaşan dilenci bir çocukla ilgili. Yeşil ışık yandığında çocuğu yoksulluğu ve çaresizliği ile bırakarak uzaklaşma ve bunun getirdiği suçlulukla yüzleşme hissiyatı Harvey’nin vokalleriyle oldukça gerçekçi olarak dinleyiciye aktarılıyor.

The Hope Six Demolition Project‘in 11 şarkısında da sarsıcı bir melankoli var. Harvey’nin kuvvetli ve aynı zamanda yalın hikaye anlatıcılığı agresif müzikal altyapı ile birleştiğinde dikkat çekmek istediği trajedileri olduğu gibi yansıtmış ve bizi de ortaya çıkan rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmeye zorlamış. Bu açıdan albümün “mutlu” bir albüm olduğunu söyleyemeyeceğim; karanlık bir hikaye ile karşı karşıyayız.

Albümleri kadar canlı performansları ile de çok konuşulan PJ Harvey, 8 Haziran‘da Zorlu Performans Sanatları Merkezi‘nde bir konser vermek üzere Türkiye’de olacak. Yeni albümden parçaların da çalınacağı bu konseri kaçırmamanızı tavsiye ediyoruz.

14 Nisan 2016 Perşembe

Haberler

Hazırlayan: Deniz ErdenD.A.R.K. , The Cranberries’in solisti Dolores O’Riordan ile The Smiths’in basçısı olarak tanıdığımız Andy Rourke’nin, Olé Koretsky ile kurduğu bir grup. Bu bağlamda ortaya güzel bir alternatif rock çıkıyor diyebiliriz. 10 parçalık yeni bir uzun çalar çıkarmak üzereyken de yeni bir tekliyle albüm hakkında fikir oluşturmamızı sağlıyorlar. Science Agrees adlı uzun çaların açılışını yapan Curvy, kremasız kahve gibi. Sade.

Minor Victories, kendi ismiyle 7 Haziran’da yayımlayacağı uzun çalarından Folk Arp adlı teklisiyle kapımızı çaldı. Siyah beyaz klipleriyle benimsenen grup, Pizza Milano’da çalışan muhtemel Türk olan abilerimizin bir gününü konu almış. Gitar melodileri ve yaylıların yarattığı atmosferde gelip giden anımsamalarınızla dolu bir 6 dakika sizleri bekliyor.

Geçtiğimiz yaz Babylon Soundgarden ’da dinlediğimiz, enerjik ve samimi halleriyle gönülleri fethetmiş olan İsveçli grup GOAT, yeni enstrumanları ve materyalleriyle farklı olanı üretmeye devam ediyor. I Sing In Silence ile baharı karşılarken, The Snake of Addis Abab için 27 Mayıs’ı beklememiz gerekiyor.

Suuns, yeni uzun çaları Hold Still ‘in raflarda yerini almasına günler kala yayımladığı teklisi Brainwash ile başarısına başarı katmaya devam ediyor. Buradaki linkten indireceğiniz uygulama ile bilgisayar oyunu formatında ilerleyen klibi, 360 derecelik açıyla izleyebiliyorsunuz.

Bob Dylan 20 Mayıs’ta 37. stüdyo albümü Falling Angel’ı yayımlamaya hazırlanırken albümden, 1939 tarihinde Frank Sinatra’nın ilk kaydını yapmış olduğu parça olan Melancholy Mood yorumunu paylaştı. Albümde ise toplamda 12 parça hayranlarını beklemekte.

PJ Harvey severler için bu hafta yeni bir tekli geldi.

Gelecek hafta yayımlanacak olan The Hope Six Demolition Project, PJ Harvey’nin İrlandalı yönetmen Seamus Murphy ile yaptığı Kosova, Afganistan ve Washington D.C seyahetlerinde yazdığı bir şiir kitabından esinlenmesinin ürünü. The Orange Monkey ise, uzun çaları marş niteliği ile temsil ediyor.

12 Nisan 2016 Salı

XJAZZ Festivali

Hazırlayan: Deniz Erden

Nisan ayında İstanbul ve Ankara’da gerçekleşecek Berlin çıkışlı taze bir festival var. Üstelik içinde Caz’ın elektronik, çağdaş, neo-klasik hali, yani yeni olana dair her şey var.

XJAZZ Festival’i iki kültür arasındaki fikir alışverişlerinin başlangıcını temsil etmek üzere 2014’te Berlin’de başladı. Geçtiğimiz Aralık ayında Kabak & Lin Records tarafından Goethe-Institut Istanbul desteğiyle Istanbul ayağı gerçekleştirildi ve büyük ilgiyle karşılanan Festival’e Not Under Command tarafından Goethe-Institut Ankara desteğiyle Ankara da eklendi.

Bu kapsamda, 12-17 Nisan tarihlerinde iki büyük şehirde belirlenen konser mekanlarında bir çok etkinlik düzenlenecek ve Mayıs ayında 20’nin üzerinde sanatçımız Berlin’de sahne alacak. Berlin’den katılacak sanatçılar ise ülkemizde yaşanan sarsıcı ve üzücü olaylardan dolayı Aralık ayında ülkemizdeki konserlerini gerçekleştirecek.

Konser programı ise şöyle;

XJAZZ – ISTANBUL

13.04.2016 Çarşamba

Laia Genc & Istanbul Composers Orchestra // Zorlu PSM Stüdyo

Nene // Coop

Erkan Oğur ‘Telvin’ & MadenÖktemErsönmez // Kadıköy Sahne

LAHZA (Mehmet İkiz & Cenk Erdoğan) // Karga

14.04.2016 Perşembe

Konstrukt // Coop

Selen Gülün Trio, Önce: ELI // Karga

15.04.2016 Cuma

Ediz Hafızoğlu ‘Nazdrave’ ft. Elif Çaglar Muslu / Sarp Maden 5 // Coop

MUTUMUT // Coop

Barış Demirel // Kadıköy Yeldeğirmeni

Korhan Erel & Çağrı Erdem // Karanlık İşler

16.04.2016 Cumartesi

Ah Kosmos! & Soyut Boyut // Roxy

Stefano Noferini // Kloster

17.04.2016 Pazar

İstanbul x Berlin Ensemble // Zorlu PSM Stüdyo

XJAZZ – ANKARA

12.04.2016 Salı

MadenÖktemErsönmez // If Performance Hall

13.04.2016 Çarşamba

Ediz Hafızoğlu ‘Nazdrave’ ft. Elif Çağlar Muslu // Passage

14.04.2016 Perşembe

Ah! Kosmos // Noxus

Önder Focan & Şallıel Bros – Funkbook // eSkiyEni

16.04.2016 Cumartesi

İslandman, Önce: Can Koçlar // Voodoo Blues

9 Nisan 2016 Cumartesi

Türkçe 16

Türkçenin 16. yayını ile tam olarak karşınızdayız.

Jakuzi – Koca Bir SaçmalıkPlaj – KeşkeCiermento Ferforte – KazımHayat Meyal – GünaydınBüyük Ev Ablukada – Arayan Bulur

7 Nisan 2016 Perşembe

Filmlerden Şarkılar: Wild

Yolculuğun amacı nedir? Bir yere varmak mı? Bir yeden ayrılmak mı? Yoksa sadece yolda olmak mı?

Ne çok sorulu bir yazı başlangıcı.Çoktan sövmeli sorular. Düşünmekten yaşayamazken, işleri iyice allak bullak etmiyor mu?Bak yine soru. Hep bir soru var çevremizde.

Onu öyle yapmasam ne olurdu?Neden bu haldeyim? Nasıl başa çıkacağım?

Soru cümleleri 8 yaşından gün almış vakti gelince geri verecek çocuğun sınav stresini gün geçtikçe hissedeceği hayatın yapı taşları. Yani sıkıcı.

Wild bir yol hikâyesi.

Hayatın açmazları karşısında bunalıma giren Cheryl Strayed’in yolculuğunu anlatıyor. Cheryl’nin yolculuğunu anlatırken fonda çalan müzikler gözlerimizin sırt çantasına gitmesine yol açıyor. Yönetmen Jean-Marc Vallée “C.R.A.Z.Y.” ve “Café de Flore” filmlerinde olduğu gibi seçtiği müziklerle Kıyı Müzik’in tüm haklarını 49 yıllığına bedelsiz almayı hak ediyor.

Yol güzeldir. Hikâyeler de.İzleyiniz, dinleyiniz.

Ahmet Yıldıray Ata

5 Nisan 2016 Salı

Haberler

Hazırlayan: Deniz Erden

Andrew Bird, yeni uzun çaları Are You Serious’un ilk parçası Capsize’a bir video klip çekmiş. Folk havasını soluduğunuz parçanın klip yönetmenliğini ise Taylor Manson üstleniyor. Albümün Fiona Apple ve Blake Mills eşliğinde kaydedildiğini ekleyelim.

İsveç’li üçlü Peter Björn and John, 7. stüdyo albümü olacak Breakin’ Point ile aynı ismi taşıyan yeni teklisini yayımladı. Uzun çaların tamamınaysa 10 Haziran’da kavuşulacak.

Slowdive’dan Rachel Goswell, Editors’ten Justin Lockey, Mogwai‘den Stuart Braithwaite ve film yapımcısı James Lockey’den oluşan dört kişilik grup Minor Victories, yeni bir kısa film yayımladı. Geçtiğimiz yaz başladıkları kısa film serisinde ilk video, grup için sevenlerine bir merhaba niteliğindeyken bu sefer albümden Folk Arp adlı tekli konuk oluyor hikayeye. Ayrıca dilerseniz, 3 Haziran’da yayımlanacak uzun çalardan A Hundred Ropes adlı teklilerine de listeden erişerek hafızaları tazeleyebilirsiniz.

Bu yıl ikincisi kutlanan ve Nils Frahm tarafından ilan edilen 29 Mart Piyano Günü’nde, yeni bir Nils Frahm kısa çalarıyla karşı karşıyayız. Solo adındaki albüm, 4 parçadan oluşmakta ve ücretsiz de buraya tıklayarak mp3 olarak indirebilirsiniz. İlgililere duyurulur.

Brian Eno, ses enstalasyonu şeklinde oluşturduğu parçalardan oluşan yeni albümü The Ship ile aynı ismi taşıyan 21 dakikalık teklisini yayınladı. Sanatçı, 2 bölümden oluşacak albümün ilk yarısını kapsayan The Ship için vokalleri özgür, ritmik yapıyı ise serbest bıraktığını, zincirlerden kurtardığını söylüyor. 2. bölümde ise Fickle Sun başlığı altında 3 parça dinleyeceğiz. Bunlardan biri de Velvet Underground’un I’m Set The Free adlı parçasının Eno yorumu olacak. Warp etiketiyle yayımlanacak albümün tamamına ise 29 Nisan’da erişilebilecek.

Bombay Bicycle Club’ın basçısı Ed Nash, solo projesi Toothless üzerinden ilk teklisini paylaştı. Space age pop tadında ve melodik yapısıyla bizleri yolculuğa çıkaracak türden parçanın çalışmalarını Beach House ve TV On The Radio gibi grupların prodüktörlüğünü üstlenen Chris Coady ile yapan Toothless, adını daha çok duyuracağa benziyor. Fakat öncelik, Terra.

İngiliz ikili Ben Fletcher ve Tom Higham ’ın oluşumu Aquilo, piyano ve vokalin oluşturduğu oldukça sade fakat bir o kadar içinize işleyen bir atmosfere sahip. Bazen elektronik öğelerinde eşlik ettiği parçalarında bu sefer büyüleyici ve lirik tattaki bir tekliyle karşımızdalar. Silhoutte, orkestral yapısı ve İsland Record etiketiyle taptaze.

2 Nisan 2016 Cumartesi

Bağımsız Yerli Müzik: Gözümüzün Tam Önünde

Hazırlayan: Tuğçe Yapıcı

Evde kayıt imkanlarının artması, dijitalin sunduğu paylaşım ve tanıtım olanakları, bağımsız plak şirketlerinin ortaya çıkışı, Sofar gibi bir gecede hayatımıza yeni bir müzisyeni sokmaya muktedir canlı performans programları derken son 5-6 sene müzik sahnemiz için bir hayli bereketli geçti. Aynı müzisyen/gruplardan çoğu zaman tıpatıp aynı cümlelerle bahseden kes-yapıştır usulü keşif listelerinin bunca rağbet gördüğü bir ortamda yerel bağımsız müzik sahnesine dair birtakım izlenimlerimi “Konserler” ve “Tanıtım” olmak üzere iki ayrı başlık altında bir araya getirdim, belki neler olup bittiğini merak eden birileri vardır diye.

Kimilerinin “indie” (aslen “independent” kelimesinden gelen ve bağımsız müzisyenleri tanımlamak için kullanılan terim zaman içerisinde janr anlamı da kazandı) kimilerinin ise bağımsız müzisyenler olarak tanımladığı fakat her iki terimin anlamı üzerinde de dünya çapında henüz bir mutabakat sağlanamadığı için muallakta olan bu konuyu aydınlatmak üzerime vazife değil. Evet, bugün bir müzisyenin en azından sınırlı bir kitleye adını duyurması yukarıda bahsettiğim imkan ve değişiklikler sayesinde eskisinden daha kolay bir hale geldi. Peki ya şarkılarını bir şekilde internete yüklemekle işlerin gerisi kolayca geliyor mu, müziğini paylaşmaya devam edebilmek, internet deryasında kaybolmadan kendi tanıtımını yapabilmek, konser verecek uygun bir mekan bulabilmek, booking yapabilmek, hele bir de müzikten kazandığı parayla hayatını idame ettirebilmek günümüz müzisyenleri için nasıl deneyimler?

Bu yazıda geçtiğimiz aylarda ilk iki toplantısını gerçekleştiren ve bağımsız müzisyenler için ihtiyaç duyulan örgütlenme eksiğini kapatma yolunda kayda değer bir girişim olan Bağımsız Müzik Oluşumu‘na dahil 30′un üzerinde kişi tarafından cevaplanan anketin sonuçlarına başvurdum. Müzisyenlerin sektörde karşılaştıkları sorunları tartışabilecekleri, deneyimlerine dair bilgi paylaşımında bulunabilecekleri, kolektif çalışmalara ortam hazırlayabilecek bir örgütlenmenin eksikliği sık sık dile getirilen bir ihtiyaç. BMO‘da müzisyenlerin yanı sıra menajer, organizatör, müzik yazarı gibi müzik sektörünün diğer alanlarında emek harcayan kişiler de bulunuyor; bu çeşitlilik sayesinde çok yönlü tartışmalar üreteceğini düşündüğüm oluşumun faaliyetlerinin yakından takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bahsettiğim ankette yer alan iki temel soruya verilen yanıtlar bu yazıyı yazarken bana yardımcı oldu:

1- Müzik camiasının bir ferdi olarak bu camiaya dair yaşadığınız problemler nelerdir? 2- Bu Oluşum’un nelere çözüm üretmesini umut ediyorsunuz? Oluşum’dan beklentileriniz nedir ya da nelerdir?

Konserler

Henüz adınız geniş kitleler tarafından bilinmiyor, internette müziklerinizi paylaştınız, şanslıysanız Sofar’da bir videonuz yayınlandı ve ilk etapta işinizi bir hayli kolaylaştıracak şekilde performansınız bolca izlendi. Artık konser vermek istiyorsunuz ama menajeriniz olmadığı ve henüz gerekli bağlantılara sahip olmadığınız için nereden başlayacağınızı bilmiyorsunuz. Çalmayı dilediğiniz mekanlarla kendiniz iletişime geçmekten başka bir çareniz olmadığını idrak edeceğiniz nokta burası. Akabinde “hangi mekanlar?” sorusunu sorma aşamasına geldiğinizde müziği odak noktasına yerleştiren, müzisyenlere değer verip onlarla doğru iletişim kuran, üstüne üstlük ses sisteminden de tatmin olabileceğiniz mekanların sayısının İstanbul için iki elin parmaklarını geçmediğini öğrenmeniz uzun sürmeyecektir. Müzisyenler arasında tercih edilen alternatif müzik sahnesine destek veren bu belirli mekanların dışına çıktığınızda ise nelerle karşılaşabileceğinizi bilmemek ürkütücü gelebilir. Müzisyene değer vermeyen mekan sahipleri ile işletmecilerin mafyatik tavırları, booking için iletişime geçtiğinizde Facebook sayfanızın beğeni sayısını sorarak sanatsal üretimi rencide eden tutum, sizi yalnızca “kaç bilet kestiğinize” göre değerlendiren tüccar zihniyeti, size vadedilen zaten cüzi miktardaki ödemelerin aradan aylar geçmesine rağmen asla bir vaatten öteye geçmemesi gibi sorunlar en sıklıkla deneyimlenenler arasında. (Can Kazaz’ın Bir Müzisyenin Lağım Rehberi başlıklı açık sözlü yazısı bir müzisyenin ağzından işin iç yüzünü duymak isteyenler için önemli bir deneyim paylaşımı.) Tabii İstanbul dışına çıktığınızda İzmir, Ankara, Eskişehir, Antalya gibi büyük şehirlerde bile işinizin çok daha zor olduğunu, tür ve ciro gözetmeksizin size kuçak açacak mekanların sayısının daha da azaldığını belirtmeme gerek bile yok.

Müzisyen açısından hal böyleyken müziğin neredeyse her türüne can-ı gönülden destek veren ve müzisyenlerle güzel ilişkiler kuran mekanların da maddi anlamda tatminkar bir kaşe sağlayamadıkları, çoğunlukla “kapıya çalma” yönteminin revaçta olduğu acı bir gerçek. Bunun sebeplerini anlamak için öncelikle müziği canlı dinleme deneyiminin çevremizde nasıl algılandığına bir göz atmak gerekiyor.

İsmini sıklıkla duyduğunuz, sosyal medya ile dijital platformlardaki görünürlüğü yüksek olan bir müzisyen veya grubun konserine gittiğinizde bilet bulamama ihtimaliniz olduğunu düşünürken, konsere gelmiş 20 civarında kişiyle karşılaşınca başlarda biraz şaşırabiliyorsunuz. Alternatif müziğe kapı açan konser mekanlarımızın azlığı ile booking zorluğu müzisyenlerin başlıca şikayetlerinden olsa da bana kalırsa asıl sorun konser kültürümüz ve müziği canlı dinleme deneyimine dair algımız ile alakalı. Örneğin İstanbul’da konser izleyebileceğiniz bütün alternatif canlı müzik mekanlarının kapasitelerini toplasak herhangi bir akşamda müzik dinlemek isteyen eşit veya yakın sayıda dinleyici bulup bulamayacağımızı merak ediyorum. Tabii ki arkadaşlarla haftanın muhasebesini yapmak üzere hafta sonu dışarı çıkıp konser boyunca kokteyl misali ayakta dikilip muhabbet etmekten bahsetmiyorum. Kitlenin sınırlılığından ötürü konserlerde hep aynı yüzleri görmek bir süre sonra “kendimiz çalıp kendimiz eğleniyoruz” hissi yaratmaya başlıyor. Yani “mekan az” önermesine, “seyirci az” karşıt önermesiyle cevap vermek istiyorum. Her sene büyük popülarite yakalayarak konserleri sold out olan bir veya iki isim dışında durumun özeti maalesef budur: Konserler çoğunlukla boş geçiyor. Öyleyse benim aklıma gelen ihtimaller şunlar:

1- Yeni müzikleri takip eden sınırlı bir kitle var ve bu müzikler bu kitlenin ötesine ulaşamıyor. 2- İnternet üzerinden yeni müzikleri keşfedip dinleyen ama konserlere iştirak etme alışkanlığı/gereksinimi olmayan bir kesim var.

Bir diğer mesele de dinleyicilerin konser biletine ücret ödemek istememeleri. Ücretsiz online streaming uygulamalarının yaygınlaşmaya başlaması sonucunda albüm satın alma kültürünün koleksiyonerleri hariç tutarsak neredeyse yok oluşu müziğin bütünüyle ücretsiz olarak tüketilmesi algısını da doğuran faktörlerden en önemlisi. Bir konsere aylar öncesinden bütçe ayırıp bilet alınan günlerden, bir içki parasını bile izlemek istediği gruba çok gören bir dinleyici kitlesine doğru dönüşüm geçirdik. Resmin tamamını görebilmek için bu dönüşümün arkasındaki sosyo-ekonomik faktörlerin çeşitliliğini göz önünde bulundurmak gerekli olmakla beraber bugün geldiğimiz noktada dinleyicinin konser biletine para vermekten hazzetmediği tespitini yapmakta sakınca görmüyorum. Burada siyah-beyaz bir yargıda bulunmak gibi bir niyetim olmasa da vaziyetin yalnızca dinleyicinin ekonomik durumuyla açıklanamayacak bir tercih olduğunu belirtme gereği duyuyorum. Yoksa sevdiğin grubu dinlemek için bilet alıp tek bir içki satın almadan konser dinlemek de bir tercihtir, artık böyle bir tercihin varlığı unutulmuş olsa da. Kısacası artık müzik dinlemek öncelik taşımıyor, gece dışarıya çıkmak için ayrılan bütçeden geriye bir şeyler arta kalırsa bir konsere gitme ihtimali doğuyor. Şunu da eklemek gerekir ki burada yaptığım bütün değerlendirmeleri okurken albüm satışından gelir elde etmenin mümkün olmadığı bu dönemde müzisyenlerin tek gelir kaynağının konserler olduğunu unutmamak gerekir. Maksimum 20 biletin kesildiği, giriş ücretinin ise yine maksimum 20 TL olduğu bir konser düşünün. Sahnede ise 4 kişilik bir grup olduğunu. Yalnızca müzik yaparak geçinmenin birkaç şanslı müzisyen dışında pek kimseye nasip olmadığını söylemek yanlış olmaz.

Müzisyenlerin bezdiği bir diğer konu da yılbaşı piyangosu vurunca birden peyda olan hiç tanımadığınız uzak akrabalar misali senelerdir görüşmediğiniz halde konseriniz için sizden “kapıya ismini yazdırmanızı” isteyen, unutursanız da gönül koyan eş dost. Giriş ücretinin 10 TL olduğu konserlerde bile böyle bir istekte bulunmadan önce bir defa da olsa düşünmekte fayda var. Konserlerden alınan ücret çoğu zaman müzisyenlerin ekipmanlarını taşımak için harcadıkları taksi parasını bile karşılamıyor, her şeye rağmen müziğini paylaşabilmek adına üzerine cebinden para ödeyip konser vermek de günün sonunda müzisyeni ne derece memnun ediyor, tartışılır.

Yazının girişinde bahsettiğim Bağımsız Müzik Oluşumu‘nun anketinde müzisyenlerin oluşumdan beklentilerinden birisi “büyük dinleyici kitleli yaş sınırsız gündüz konserleri ile farklı kitlelere ulaşmak”. BMO‘nun da önümüzdeki aylarda bu yönde bir organizasyon düzenleme çalışmaları mevcut. Burada aslında konserlere en meraklı olunan, maddi gücü elvermese de bir şekilde harçlık biriktirip evden kaçıp gidilen ve müzik aşkının oluşumunda kritik yaşlara tekabül eden 18 yaş altı kitlenin katılım gösterebileceği konserlerin nadiren gerçekleşmesi, konser organizasyonlarının yalnızca alkol satışı olan mekanlara hapsolmuş olması müzisyenlerin belirttiği sorunlar arasında. Özellikle eklemek istediğim bir husus mekanlar konusunda yaşanan bu hapsolmanın makro bir versiyonunun da coğrafi boyutlarda yaşandığı. Bağımsız müzik yalnızca alkollü mekanlara değil esasen birkaç şehre, hatta bu şehirlerdeki birkaç semte hapsolmuş durumda. Üretilen bu taze ve ezber bozan, geniş kitlelere yayılmayı hak eden müziklerin öncelikle hapsoldukları kentler ile mahallelerden kurtulmak suretiyle zincirlerini kırmaları gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında Anadolu konserlerinin, turnelerin, büyük şehirler dışında gerçekleştirilecek her türlü kolektif faaliyetin büyük önem taşıdığına inanıyorum.

Yalnızca bağımsız müzisyenlerin değil müzisyeninden organizatörüne, sesçisinden ışıkçısına sektördeki bütün müzik emekçilerinin hayatını zorlaştıran konser iptallerinden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Her ne hikmetse “ülkemizde yaşanan üzücü olaylar” karşısında duyarlılık ve özveri beklenen tek meslek grubu müzisyenler haline geldi. Geçtiğimiz üç sene boyunca bu durum zaten müzisyenler ile mekanları yeterince zorlamışken son haftalarda sokakları bomboş bırakacak kadar iliklerimize sirayet eden ve marazi bir biçimde yayılan korku yine konserlerin bir kısmının iptaline neden oldu. Gidişat değişmediği takdirde önümüzdeki aylarda işlerin daha da zorlaşacağını tahmin etmek maalesef zor değil. Konser iptallerinin sebep olduğu maddi zorluklar bir yana bu iptallerin bir de manevi boyutu söz konusu. Aylarca hazırlandığınız bir lansman konserinin veya uzun zamandır gitmeyi beklediğiniz bir şehirdeki konserinizin gelecekte belirsiz bir tarihe ertelenişi, belki de o tarih geldiğinde yeniden ertelenişi… Hem de siz neye nasıl fayda sağladığı meçhul böyle bir hassasiyet gösterirken herkesin bir gün bile ara vermeden işine gidip gelmesi, maçların, izdivaç programlarının, gece kulüplerinde sabahlara kadar eğlencenin tam gaz devam etmesi, hiçbir sanatsal niteliği bulunmayan komedi filmlerinin sinemaların önünde kuyruklar oluşturması, AVM’lerin dolup taşması… Bu esnada müzisyenden beklenen şey kendisinin dışında kalan kesim için “durdurulamayan” hayatı köşesinden seyretmek ve konser verebilmek için gündem şartlarının münasip olduğu bir günün gelmesini beklemek. “Kısmetse olur“.

Tanıtım

Son senelerde isimlerini yeni yeni duymaya başladığımız nitelikli müzik üreten müzisyen/grupların konserlerinin boş geçmesi tanıtım konusunda büyük bir eksikliğin varlığını kanıtlar nitelikte. Maddi imkan veya doğru stratejiler sayesinde yapılan PR çalışmaları bazı isimlerin görünürlüğünü artırırken aynı zamanda bir yanılsama da yaratıyor. Hakkında en fazla konuşulan, ismine her yerde maruz kaldığınız, konserleri sold out olan isimlerin son senelerde bağımsız müzik piyasasından çıkan isimlerin arasında en nitelikli müzik yapanlar olduklarını söylemek yanlış olur. Buz dağının görünen kısmında birkaç isim ziyadesiyle ön plana çıkıyor olabilir ama yeni isimleri tanımak için biraz zaman harcamaya gönüllü olursanız henüz Facebook sayfalarını 300 kişinin beğendiği isimlerin de bir an önce kulak kabartılmaya değer işler yaptıklarını göreceksiniz. “Aradan sıyrılıp öne çıkanların en iyiler olduğu şüphesiz” diye düşünmeyin, BMO anketinde belirtilen problemlerden birisi de “özgün olanın değil, dayatılanın iyi olduğu algısının toplumda oturması ve oluşan algı bozukluğu“. Dinleyicinin çevresindeki seslere kulağını biraz daha açması herkesin yararına olacaktır, adını henüz hiç duymadığınız bir grup çok yakınınızda harikalar yaratırken siz burnunuzun ucunu görmekten aciz bir halde o akşam “herkesin gideceği bir konsere” bilet aramakla meşgul olabilirsiniz. Sırf o akşam herkes oraya gidiyor diye.

Bağımsız müzisyenlerin ana akım medyada yer bulabilecekleri imkanlar maalesef gazetelerin müzik yazarlarına ayrılan köşelerden ibaret. Süreli müzik yayınlarının da tarihe karışmasıyla beraber bloglar ile dijital yayınların önemi giderek artıyor. Ürettikleri içeriklerin kapsam ve nitelikleri tartışılır olsa da en azından beğendiğiniz müzisyenlerin son çalışmalarını, etkinlik takvimlerini iki satırlık güncel haberlerle takip etmekte kolaylık sağlıyorlar. Biraz da dijitalin doğası gereği rağbet gören hap içerik alışkanlığı yüzünden çoğunlukla çabuk tüketilebilir içeriklerin pek de ötesine geçemediklerini düşünüyorum. Yine de dijitalde nitelikli yayınların sayılarının giderek artması temennimiz. Şimdilik beğendiğimiz müzisyenlerin kendi sosyal medya sayfaları ve profillerinden başka eylemlerine dair bilgi alabildiğimiz neredeyse tek kaynak oldukları için bu yayınların değerinin bilinmesi ile iyileştirilmeye çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden de eli kalem tutan, bir diyeceği olduğuna inanan insanların ille de matbu yayın romantizminden vazgeçip dijital ortamda erişilebilecek nitelikli içerik üretme yolunda çaba göstermeleri herkesin yararına olur. Bir metnin yayınlandığı format, içeriğe biçilen değeri belirleyebilecek bir kriter teşkil etmez; bu nedenle de internette kapsamlı ve nitelikli müzik değerlendirmelerinin bulunması için engel göremiyorum. Yani dijitalde kullanılan dil veya blogger dili hangi meseleyi ele alırsa alsın ille de laubali ve yüzeysel olmak zorunda değil.

Tanıtım konusundaki imkansızlıkların bağımsız sahneye yeni adım atmış müzisyenleri biraz daha yaratıcı olmaya, hatta belki de el ilanı, afiş gibi eski usul yöntemlerden faydalanmaya, kendi merchandise ürünlerini satışa sunmaya yöneltmesi de olumlu bir gelişme. Belki de tanıtımı basın veya dijital ile sınırlamaksızın biraz daha geniş düşünmek gerekiyor. Yakın zamanda etkileyici bulduğum bir örnek geçen yaz Moda’nın son derece işlek bir noktasında bulunan evlerinin balkonuna üzerinde internet sitelerinin ismi yer alan bir afiş asan Ahmet Beyler‘di. Albümleri yayınlanmadan birkaç ay evvel evlerinin karşısındaki mekanda otururken gözüme çarpan afiş sayesinde yeni bir grupla tanışma fırsatı yakalamak sırf keşif biçimimin özgünlüğü yüzünden bile akılda kalıcı.

Tanıtım için yeterince önem verilmeyen bir diğer yöntemin de compilation albümler olduğunu düşünüyorum. Farklı janrlara ait olsa bile benzer bir ruhla üretilen müziklerin bir araya toplandığı bu albümler dinleyicinin takip ettiği gruplar aracılığıyla duyup sevebileceği başka grupları da keşfetmesine imkan tanıdığı için sayıca artmalarını sevindirici buluyorum. Özellikle yakın zamanda Robonima kolektifi tarafından yayınlanan Robotape 1.0 ile Sonikraf tarafından yayınlanan A Day In The Park: A Sonikraf Compilation albümlerinin her yerde duyamadığınız, alternatif dijital yayınlar ile bloglarda bile kendilerine yer bulmakta zorlanan fakat şahane işlere imza atan müzisyenleri toplu halde keşfetmeniz için takdire şayan birer çalışma, iyi birer örnek olduklarını söyleyebilirim.

Sundukları görsel içerik ile de seyirciyi cezbeden performans videosu programları da son senelerde video çekmek için bile bütçe bulamayan yeni isimlerin tanıtımında inkar edilemez bir rol oynadı. Levent Sevi‘nin Evden Uzakta ve Pürtelaş 3+1 programları, B!P Akustik ile Groovypedia bu alanda bol miktarda içerik üreterek tanıtımın yanı sıra bir dönemin belgelenmesi konusunda da önemli birer arşiv kaynağı vazifesi görüyorlar. Sofar İstanbul‘un yarattığı hype ise 90′ları yaşayan çoğu kişi gibi bana da ister istemez Mirkelam’ın durmadan koştuğu klibiyle bir gecede ünlü olmasını hatırlatıyor. Pürtelaş 3+1′in de sona ermesinin ardından performans videosu programları arasında son dönemdeki iki favorimden birisi Kargart ile Duende Creative ortaklığında hayata geçirilen Biz Geldik, diğeri ise Venüs Music ekibinin ilk sezonunu bitirmek üzere olduğu ikinci sezonunu ise şimdilik zulada tuttuğu Ehvenişer. Bu iki programa özellikle dikkat çekmek istememin ortak sebebi seçkileriyle dinleyiciyi her yerde rastlayamayacağı isimlerle tanıştırma konusundaki gayret ve istikrarları.

Byzantion Fest, Paradisos Sessions, Demonation Festival, Bağımsız! Festival, Reggae Fest, Beton Orman Sessions gibi çoğunluğu periyodik olarak gerçekleşmeyen festival ve etkinlikler de henüz duymadığınız fakat tanısanız çok memnun olacağınız bağımsız isimleri bir araya getirerek dinleyicinin yeni keşifler yapması için gerekli imkanları sunuyor. “Açık hava festivalleri çok pahalı” diye yakınıp bütün yaz tek bir konsere bile gidemeyecek durumda olabilirsiniz; ama geçen yaz aynı esnada Burgazada’da (Cennet Bahçesi) denizi arkanıza ormanı karşınıza alıp her Cumartesi günü ücretsiz olarak gerçekleşen Paradisos Sessions kapsamında her türden müziği keşfetmek mümkündü. Amaç “müzik” dinlemek olduktan sonra herkesin cebine ve beğenisine uygun alternatifler mevcut, siz yeter ki takibe alın ve tanıtıma ayıracak bütçesi olmayan etkinliklerin de teşrif etmeye değer olduğuna önce bir kendinizi inandırın.

Kıssadan Hisse

Birazcık gözümüzü açtığımızda her gün yeni isimler duyabileceğimiz bir dönemde dinleyici olarak üzerimize düşen duyduğumuz seslere daha iyi kulak kabartmak. Özellikle de sürekli gözümüze sokulanlara değil de dipten, derinden gelenlere.

Yayınlar, müzik yazarları, radyo programcıları, mekan işletmecileri, müzik direktörleri, organizatörler için de benzer bir öneride bulunmadan geçemeyeceğim. Yeni isimlere gerçek anlamda fırsat tanımaksızın hep aynı isimlere yer vermek özünde iyi niyet barındırsa da zaman içinde fark etmeden yalnızca eşinin dostunun işini promote etmeye dönüşebiliyor. Arkadaşlara, birlikte vakit geçirdiğimiz, tanıdığımız bildiğimiz insanlara destek olmak elbette önemli ama hiç kimseyi tanımadığı halde evinde kendi kendine müzik yapan ve bunları nasıl paylaşacağını bilemeyen insanlar olduğunu da unutmamak gerek; klanlaşmanın fazlası onlara “doğru insanları tanımadan müziğini paylaşmanın, hatta ve hatta müzik yapmanın mümkün olmadığını” düşündürterek heves kırabiliyor; umutsuzluğa düşmelerine ve yol yakınken geri dönmelerine sebep olabiliyor. Halbuki algı ve beğenilerimizi yönlendiren hype’ın değil de yalnızca “ses”in peşinden gittiğimiz takdirde her türlü müziğe ulaşmamız kolaylıkla mümkün olacaktır. Hepsi gözümüzün tam önünde.