28 Mayıs 2016 Cumartesi

Caz 7

Caz’ın 7. programıyla karşınızdayız.

Evrilen müzik zevki belki de biraz zaman önce, genişleyerek yeni ufuklara koşarken kulaklarıma çok sevdiğim bas ile beraber üflemelilerin kulak okşayıcı kadifeliği çalınmaya başladı. Duygularımı daha yoğun hissetmemi sağladı. Elimden geldiğince artık bu duygu sellerimi, enginlere sığamamalarımı bazen taşmalarımı sizlerle de paylaşmaya çalışacağım.

Umarız bu programı da beğenecek, “bu program daha sık yayınlansa” diyeceksiniz.

Deniz Özteoman

Brad Mehldau – Exit Music – For a FilmAldo Romano – AnnobonHypnotic Brass Ensemble – GagutMatthew Halsall & The Gondwana Orchestra – Only a WomanGoGo Penguin – All Res

26 Mayıs 2016 Perşembe

Fraktal 15

Fraktal; çoğunlukla kendine benzeme özelliği gösteren karmaşık geometrik şekillerin ortak adı olarak geçiyor. Benzer parçaların birleşip aynı şeklin büyüğünü oluşturması. Kar tanesi örneğin.

Bu tanımdan yola çıkarak, benzer parçaların bir bütünü oluşturduğu kayıtlar hazırlamanın tam zamanı diyerek 15. programı buraya iliştiriyoruz.

Dinleyiniz.

Melis Alioğlu

Ane Brun – To Let Myself Go

Hanging Valleys – Endless WaveDavid O’Dowda – RedemptionEERA – Drive With FearWake Owl – LettersYiğitcan Ünlü – Beni Hatırla

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Trip 12

Hazırlayan: Evrim Cantimur

Sizi rüyalardan rüyalara sürükleyecek bir yayın hazırladım. Adım sanım Trip, tek amacım da rüya ile boşluk arasındaki duyguyu tam olarak verebilmek.

Başınıza geleceklerden de sorumlu olduğumu belirtmek isterim. Beklenmeyen bir durum olduğunda danışabilirsiniz.

Hadi o zaman sizi 12. kayıtla baş başa bırakıyorum.

Eliza Shaddad – WarsNoiserv – It’s Easy to Be a Marathoner Even If You Are a CarpenterNadine Shah – Big HandsThis Is Head – ColorsShearwater – Home Life

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Şarkıların Hikayeleri: Manic Street Preachers

Hazırlayan: Aslı Dernek

Ocean Spray 

James Dean Bradfield’in annesi Sue’nun ölümü üzerine yazdığı oldukça kişisel bir şarkı. Şarkıya adını veren Ocean Spray ise annesinin kanserle olan savaşı sırasında hastane odasında birlikte içtikleri kızılcık suyunun markası. Şarkıda geçen “Lütfen uyanık kal; böylece biraz daha Ocean Spray içebiliriz.” cümlesi Bradfield’in bu dönemde hastanede annesiyle geçirdiği zamanlardaki hissiyatını anlatıyor.

Başlangıçtaki Japonca liriklerde ise “çok güzel gözlerin var…çok güzel gözler.” ifadeleri geçiyor.

Ocean Spray markasının yaratıcıları şarkıyı reklamlarında kullanmak isteseler de grup beklenildiği üzere bu talebi reddetmiş.

3 Ways To See Despair

Big Country grubunun kurucusu ve solisti olan Stuart Adamson‘ın parçalanan evliliği akabinde kendisini bir otel odasında asarak intihar etmesinden etkilenerek yazılmış bir şarkı. MSP basçısı/söz yazarı Nicky Wire şarkıyla ilgili ana fikri “Stuart Adamson’ın resimlerine bakıyordum – ve bu spesifik bir şekilde sadece Stuart’la da ilgili değil – “Her şey nasıl bu kadar kötüye gidebilir?” fikriyle ilgili. Nasıl olur da bu kadar yetenekli ve güzel bir şey kendini kaygı ve güvensizlikle yiyip bitirir ve sen bunu asla durduramazsın? Ve muhtemelen hiçbir zaman da durduramayacaksın…” şeklinde açıklamış.

Grup aslında bu şarkıyı Morrissey için yazmış ama şarkı hakkında fikrini almaktan korkmuşlar. Nicky Wire konuyla ilgili “Tarafından reddedilmeyi kaldıramayacağım tek kişi o. Diğer insanlar yaparsa kaldırabilirim.” demiş.

Small Black Flowers That Grow in the Sky

1995 yılında ortadan kaybolan MSP gitaristi Richey Edwars‘ın yazdığı şarkılardan biri. 27 yaşında kaybolan Richey Edwars grup Amerika turnesine çıkmak üzereyken otelinden ayrılmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştı. Arabası Severn Köprüsü yakınlarında bulunmuş fakat bedenine hiçbir zaman ulaşılamamıştı. İngiltere kanunlarına göre 7 yıl sonra “ölmüş” sayılması gerekirken ailesi ve hayranları bunu kabul etmediler ve aramayı sürdürdüler.

Gitaristin yazdığı şarkı sözleri “Everything Must Go” albümünde kullanıldı ve müzisyenin katkı sağladığı son albüm bu oldu. Small Black Flowers That Grow in the Sky’ da bu albümdeki şarkılardan biri.

Small Black Flowers That Grow in the Sky, hayvanat bahçesindeki hayvanlarla empati kurarken Edwards‘ın kafasındaki kendi tutsaklığına bakış atan bir şarkı. Edwards ile çok yakın olan basçı Nicky Wire, Edwards’ın şarkıyı “Hayvanat bahçesinde doğmak ve sıkıntıdan aklını yitirmek” fikri üzerine yazdığını söylüyor. “Fakat dikkatli bakarsanız, şarkının aslında onunla ilgli olduğunu anlarsınız.” diye de ekliyor.

13 Mayıs 2016 Cuma

Sizinkiler 3

Neleri ayıla bayıla dinlediğinizi sosyal medya kanallarımızdan sizlere sıkça soruyoruz.

Paylaştıklarınızın hepsini baştan sonra dinliyorum, bazılarını çok iyi biliyorum, bazılarını da ilk kez sizin sayenizde duymuş oluyorum.

Daha önce duymadığım ama ilk dinlemede beni çok etkileyen şarkıları 3. kez bir araya getirdim. 2 istisna var, o da Poliça ve Chelsea Wolfe .

Şarkılar paylaşmaya devam.

Evrim

Cihan Mürtezaoğlu – Senin Adın ZambakChrysta Bell – Real LoveMayer Hawthorne – Green Eyed LovePoliça – BerlinThe Internet – DontchaMonte Video – Sheba (She Sha She Shoo)Archive – PillsChelsea Wolfe – Hypnos

10 Mayıs 2016 Salı

Ulan – Life in Vain

Hazırlayan: Aslı Dernek

Volkan Diyaroğlu, Ziya Levent Aybay ve Özgür Öner‘den oluşan Ulan; 2015 Nisan ayında Sony Müzik Türkiye etiketiyle yayımlanan ilk albümleri Dua Tarlası‘ndan sonra, 4 şarkıdan oluşan İngilizce EP’leri Life in Vain‘i görücüye çıkardı.

Grup yeni kısaçaları Life in Vain ile daha sert/koyu ve derin bir sound ile karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda projede progresif, saykodelik rock etkileşimlerini ve elektronik dokunuşlarını da hissediyoruz. Liriklerde ise kuvvetli politik söylemler, modern dünyanın insan üzerindeki baskısı; din ve sahte demokrasi gibi olgular işlenmiş.

Valencia ve İstanbul hattında çalışılan albümde vokaller, gitar, piyano, padler ve synthler Volkan Diyaroğlu, bas gitar Ziya Levent Aybay, gitarlar Özgür Öner ve davullar Alex Manzano tarafından kaydedilmiş.

İlk klip, EP’deki favorimiz Dig in Your Mind için Volkan Diyaroğlu tarafından çekilmiş. Savaş ve bombalama görüntülerinin eşlik ettiği video oldukça depresif. Şarkıda fısıltı olarak duyduğumuz Türkçe vokaller sarsıcı imajlarla birleştiğinde karanlık bir 3.5 dakika sunuyor.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Mayıs Konserleri

Hazırlayan: Deniz Erden

Gaye Su Akyol // 7 Mayıs // Babylon Bomonti

Gelecek Eylül ayında yeni albümünü yayımlayacak Gaye Su Akyol, kalpleri hem Doğu’dan hem Batı’dan vurmak üzere 7 Mayıs akşamı Babylon’da olacakmış.

Vassiliki Papageorgiou & Aliki Markantonatou // 10 Mayıs // Akbank Sanat

Geleneksel Yunan müziği, antik melodiler ve lirik şiirler. Meraklıları ve sevenleri için Vassiliki Papageorgiou & Aliki Markantonatou konseri Akbank Sanat’ta gerçekleşecek.

Esra Kayıkçı // 11 Mayıs / Zorlu PSM Stüdyo

Jazz müziği ve masalsı yapısıyla Esra Kayıkçı ilk solo albümü Bozgun Hatıra’yı, dinleyicileri ve henüz tanışmamış olanlar için Zorlu PSM Stüdyo’da paylaşacak. Bir Çarşamba akşamı yapılacak en iyi şey olma niteliğini koruyan bir konser.

ParkFest // 15 Mayıs // KüçükÇiftlik Park

Açık hava festivallerinin açılışı niteliği ile ParkFest, Nea ve Vera Müzik organizasyonuyla bu sene Azealia Banks, Riff Cohen, Jain, Hey Douglas ve Gökçe Kılınçer’i ağırlıyor.

Tindersticks // 27 Mayıs // Zorlu PSM

Müzikleri herhangi bir başlık altına koyulamayacak, parçalarıyla hayatımıza soundtrack etkisi yaratmış ve her albümü ayrı tada sahip olan Tindersticks,10. stüdyo albümü “The Waiting Room” turnesi kapsamında Zorlu PSM’de hayranlarıyla buluşacak. Nick Cave ve Leonard Cohen havalı derin sesiyle Stuart Staples’ı canlı dinlemek için kaçırılmayacak bir konser.

Chill-Out Festival // 28 – 29 Mayıs // Life Park

10 yılı geride bırakmış, indie, elektronik, soul, funk gibi müzik havaları solutması dışında, kültürel ve sanatsal etkinliklerin de yer aldığı Chill Out Festival, bu sene de birbirinden heyecanlandırıcı isimlerle yazı kutluyor. Sahne alacak isimler ise şöyle;

28 Mayıs;

Bedouin • Chairlift • Choir of Young Believers • Cigarettes After Sex • Clarian • Matthew Herbert • Nico Stojan • Parra For Cuva & Senoy • Polo & Pan • Red Axes • Rodrigo Amarante • Temples • Wareika • cantanca • Islandman • Nilipek. • Nusaibin • Style-Ist • Violations Radio

29 Mayıs;

Chico Trujillo • dOP • Fakear • Guts • Hugo Kant • Jo.Ke • Life On Planets • Lola Coca • Lucas Santtana • Mimi Love & The Sorry Entertainer • Orchestra Of Spheres • Raz Ohara • The Field • Viken Arman • YokoO • Wide Awake • Ah! Kosmos • Oceanvs Orientalis • Flapper Swing

Beirut // 28 Mayıs // KüçükÇiftlik Park

Batı Avrupa ve Balkanlar’a özgü müziği, indie folk çatısı altında özgün biçimde birleştiren Beirut son albümleri “No No No” turnesi kapsamında KüçükÇiftlik Park’ta sahne alacak.

5 Mayıs 2016 Perşembe

The Nash Ensemble ve Hilary Hahn & Cory Smythe

2010 yılından beri, dünyanın en prestijli salonlarından biri olarak kabul edilen Wigmore Hall’un yerleşik oda topluluğu olan The Nash Ensemble, 4 Mayıs akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu‘nda olacak.

Topluluk Haydn’dan günümüzün önde gelen bestecilerine kadar uzanan geniş bir repertuvara sahip. 1964 yılında kurulan topluluk, 50 yıllık geçmişinde klasik eserlerin yanı sıra gelecek nesillere miras sağlaması adına çağdaş eserlere de önem vermektedir. Program ve detaylar için tıklayınız.

5 Mayıs akşamı ise Hilary Hahn & Cory Smyth, Cemal Reşit Rey Konser Salonu‘nda olacak. Hilary Hahn, virtüözitesi, geniş yorumlama yeteneği ve yaratıcı repertuvar seçimleriyle göz kamaştıran bir uluslararası üne sahip. 16 yaşında ilk albüm kaydını yapan sanatçı, bugüne kadar yayımladığı 12 albümüne ek olarak 3 DVD ve bir Oscar adayı film müziği ve çocuklar için çıkardığı ödüllü kayıtlarla geniş bir diskografiye sahip. Cory Smythe ise klasik müzik ve modern müzik üzerine yoğunlaşmış günümüzün önde gelen genç kuşak piyanistleri arasındadır. Sanatçı solo ve oda müziği performansları ile farkındalık yaratmış, özellikle Yeni Müzik üzerine yaptığı çalışmalar ile Uluslararası Darmstadt Festivali ve Lincoln Center’da düzenlenen Mozart Festival gibi prestijli festivallerde farklı disiplinlerde başarılı performanslara imza atmıştır. Program ve detaylar için tıklayınız.

3 Mayıs 2016 Salı

Suha: Neyi Neden Yaptığımızı Daha Çok Düşünmek Gerek

Hazırlayan: Tuğçe Yapıcı

Yaklaşık bir ay önce “Bağımsız Yerli Müzik: Gözümüzün Tam Önünde” başlıklı yazımın yayımlanmasının hemen ardından Süha Zaimoğlu‘nun bana gönderdiği e-posta beni çok etkiledi. Yazıda bahsettiğim konular üzerine uzun zamandır derin sorgulamalar yürüten bir müzisyenle tanışıp tartışma şansı yakalamanın yanı sıra Suha‘nın mart ayında yayınladığından bihaber olduğum üç parçadan oluşan Moonkid EP‘si de benim için vurucu bir tanışma oldu. Öncesinde ne Süha’yı tanıyordum ne de çalışmalarını duymuştum. Oysa bana gönderdiği e-postanın ardından nisan ayı boyunca en sık dinlediğim albüm Moonkid oldu. Hem de Suha’nın EP’yi Soundcloud üzerinden yayınladıktan sonra tanıtım adına hiçbir eylemde bulunmayıp albümünü gözlerden uzak tutmasına rağmen. Neden mi? Çünkü bu, tanıtımın rolünü daha iyi kavramamıza yardımcı olacak “bir nevi deney”.

Yaklaşık on senelik profesyonel müzik geçmişin olmasına rağmen ilk defa kendi adınla bir kayıt yayımladın. Bugüne kadarki müzikal çalışmalarından bahsederek başlamak ister misin?

Evet, on sene evvel evde kendim yapıp kendi dinlediğim müzikler üretmeye başladım. Myspace üzerinden R&B/Rap türünde yayınladığım şeyler sayesinde tanıştığım müzisyenlerle çalıştım ve profesyonelliğe ilk adımı bu şekilde attım herhalde. Yıllar içinde film, reklam müzikleri, jingle’lar gibi ticari işlerle stüdyo nasıl bir yer, plak şirketi ne yapar, bunları anlama fırsatım oldu. Sahne arkasında farklı janrlardan tecrübeli müzisyenlerle çalışmak ise sanırım bana çok şey kattı.

Sahne, canlı müzik yapma fikri de çok ilgimi çekiyordu. Beyoğlu’ndaki bazı mekanlarda jam session’lara çıkmaya başladım. Sonrasında Avrupalı indie/elektronik gruplarla ortak projeler yaptım. Emprovize-cover sessionlar, blues, funk, gypsy jazz, Balkan, swing sahneler sayesinde sesimin ve yeteneğimin sınırlarını ölçme fırsatım oldu. Eğlenceli bir dönemdi.

Tabii tüm bunlar olurken bir yandan ev stüdyomda aldığım kayıtlar, kendi müziğim diyeceğim şeyin oluşma süreci hep devam etti. Singer-songwriter, ambient, trip-hop türlerinde projeler ürettim. Bu sayede elimde büyük bir sample arşivi oluştu ve Suha ismiyle Moonkid EP böyle ortaya çıktı.

Bugüne kadar müzik dışında neler yaptığından, daha doğrusu hayatta kendine neleri dert edindiğinden de bahsetsene biraz.

Sanırım müzik harici yaptığım diğer işler de müziği dert edinme sebebimle aynı. Tanık olmak, öğrenmek, kıymet verdiğin bir şeyleri yakalayıp onları yaşatmak istemek, paylaşmak vesaire. Bu yüzden sanat kendimi ifade etmek adına en iyi yoldu. Edebiyat benim için en önemlilerden, bir şeyler yazıp çiziyorum. Fanzin ve edebiyat dergilerinde yazılarım yayınlandı. İstanbul Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı eğitimi aldım, şu an ise Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde devam ediyorum.

Bunun haricinde Mamut Art Project ve Photo Istanbul gibi sergilerde yayınlanan fotoğraf ve ses peyzajı projelerim var.  Avrupa’dan modern sanatçılarla ortak işler de yaptım. Bir yandan street art ile uğraşıyorum. Bir backpacker olarak Avrupa’nın büyük bir kısmını dolaşıp sokak sanatını ve kültürünü inceledim. Sokaklar bu isimsizliğin ve gözlemciliğin evi. Sokak kültüründen kopamam sanırım. İstanbul ise bizim evimiz, kendimi evimde hissettiğim inanılmaz bir şehir. Ben tarihi yarımada içinde büyüdüm. Müziği, edebiyatı, sanatı, o ruhu buradan alıyorum. Bu sebeple burada free-walking turları düzenledim, dünyanın her yerinden katılımcılarla bu hissi paylaşmak, rehberlik etmek beni iyi hissettiriyor.

Peki kendi isminle müziğini paylaşmak için neden bu kadar bekledin? Kendi ismini arka planda tutmanın ardında ne gibi düşünceler/çekinceler vardı?

Şimdi geriye bakıp “on sene oldu” deyince tuhaf geliyor ama bazı şeylerden emin olana dek kısmen bir gözlemci olarak kalmayı seçtiğim için oldu bu. “Evet, bu benim müziğim” derken zorlanmayacağım bir müziği yapmak için yeteri kadar şey görmem ve kendimi denemem gerektiğini düşündüm.

Bunun sebeplerinden biri benim de yıllar içinde müzikle olan ilişkimin ve bakış açımın değişmesi. “Neden müzik yapıyorum? Yapmaya devam edecek miyim?” gibi sorular zamanla kendiliğinden yanıtlandı. Bu benim için bu denli önemliyken bir de benim dışımdaki ortamın, müzisyenden dinleyiciye ulaşırken geçilen o yoldan aldığım hissiyatın tekinsiz olması var. Çekincelerim genellikle sektörün işleyen çarklarının arasında kendimi uyumsuz hissetmekle alakalıydı. Doğal olarak her yer güllük gülistanlık değil. Ağır şartlar, haksızlıklar, sanatçıya istemediği türde işler sunmak, bundan bahsedildiğinde ‘Ama her şirket böyle’ gibi yanıtlar alınması vesaire. Genellikle bu şekilde. Ben yaptığım şeyi yapıyorum ve bana kalırsa hep yapacağım, bunu sunma aşamasında ise doğru yöntemi ve anı beklemek en mantıklısı.

3 parçalık ilk EP’ni Mart ayında Soundcloud üzerinden yayımlamışsın ve nadiren paylaşımda bulunan bir Facebook sayfan var. Ortaya bir ürün koyup tanıtım adına hiçbir şey yapmamak bir nevi deney mi? “Beni ilgilendiren konu, müziğini paylaşma aşamasına gelindiğinde o müziğin bundan nasıl etkilendiği” diye bir şey yazmıştın bana. Paylaştığın halde adeta Soundcloud’ta saklar gibi hiç tanıtım yapmıyor olman da müziğini korumaya yönelik bir içgüdü mü acaba?

Bana kalırsa içimizdeki birtakım sesler, şeyler somutlaşma aşamasına gelecek kadar kuvvetliyse ve ortaya konduysa kendi yolunu çiziyor. Moonkid denen karakter ilk etapta benim desteğim olmadan ne kadar yürüyebilir, kaç adım atabilir onu görmek istedim. Uzun zamandır gözlemciyim ben, pek bir acelem yok. Dediğin gibi, bu bir nevi deney. Ama korumaktan ziyade ölçüp tartmaya dayalı. Elbette bu hep böyle gitmeyecek. Bir cevap aldığımdan emin olunca ben de içim rahat bir şekilde tanıtım vesaire yapabilirim. Çok seçenek var, ama neyi neden yapıp tanıttığımız konusunda daha çok düşünmemiz gerek bence.

Moonkid EP’sinin hazırlık süreci nasıl bir deneyimdi, kimlerle çalıştın?

Tahmin ettiğimden daha yoğun ve etkili bir süreçti bu. Her şeyden evvel çalışmalarımın ilk kez ‘Suha’ ismiyle yayınlanması fikri beni daha idealist kıldı. Dediğim gibi, uzun zamandır elimde biriken bir sesler arşivi vardı. Bu süreçte pek çok enstrümanist var beraber çalıştığım. Kendimi bir ürün ortaya koyana dek kompozisyon, söz yazarlığı, vokal, enstrüman kayıtları, aranje, miks gibi prodüksiyon süreçlerinde pek çok sıfata bölmem gerekiyor. Yayından bir önceki durak olan mastering aşamasında Akın Sevgör ile çalıştım. Ayrıntıları Soundcloud ve Bandcamp’te track info’larda görebilirsiniz.

Hem genel anlamda hem de bu topraklarda elektronik müzik yapmanın ne gibi zorlukları var? Bir de iş konser vermeye gelince elektronik müzikten kaynaklanan farklar neler?

Elektronik müzik ve müzisyenler adına genel bir şey söyleyemem. Ama benim fikrimce elektronik müzik yapan birinin live session’larda biraz daha hakiki olması gerekiyor. Suha’yı sahneye taşırken multi-enstrumanist müzisyen Berk Artış ile çalışıyorum. Canlı sahnede elektronik düzenlemelerin üzerine kayıtlardan farklı olarak çello, elektrik gitar gibi yeni dokunuşlar ekliyoruz. Midi controller ile parçayı eş zamanlı olarak idare ettirip vokal yapıyorum, ortamın ve anın enerjisine göre mutlaka değişen emprovize bölümler oluyor. Bence sahnenin ve canlı performansın canlılığı böyle faktörlerle desteklenmeli. Öte yandan siz bu kadar uğraşırken sahne aldığınız mekanın ses ekipmanı, akustiği, tonmaister, sahne düzeni gibi etmenler hayati önem taşıyor. Eğer düzen belli bir kalitenin altındaysa o çok çalıştığınız performansınız maalesef hak ettiği etkiyi yaratamıyor.

Bandcamp’teki EP tanıtımında şöyle yazıyor:

‘Moonkid’ is an imaginary friend of Suha. Since this hybrid figure is imagined-looking at this world on the one hand and at the outer space on the other- he is in an effort to situate himself in the cosmos. (‘Moonkid’ Suha’nın hayali arkadaşı. Bu melez figür hayali olduğundan ötürü -bir yandan bu dünyaya öte yandan uzaya bakarak- kendisini kozmosta konumlandırmak için çaba sarf ediyor.)

Hem bu metnin hem de artwork’teki görselin etkisiyle Moonkid karakteri bana biraz Küçük Prens’i anımsattı, zihninde kitaba herhangi bir referansta bulundun mu?

Exupéry’nin Küçük Prens’i benim kendime rehber aldığım kitaplardan. Moonkid’in yaratım aşamasında bunu öyle bir farkındalıkla hiç düşünmemiştim. Ama şimdi görüyorum ki elbette etkilenmişim, bu tespitin benim için çok önemli bir işaret.

EP’den bir sene evvel, Moonkid fikri ‘’27,3’’ adıyla bir fotoğraf projesi olarak yayınlandı. İlk etapta görsel olarak kendisine bir beden bulması gerektiğini hissettim ve bir ay maketi yapıp kafama geçirdim, alt metnini yazdım; bu metin oradan alıntı.

Moonkid kendisini kozmosta tam olarak nerede konumlandırmak istiyor? Bir de Moonkid’in senin bir nevi alter-egon olduğunu düşünmek yanlış olur mu?

Moonkid’in kendini kozmosta tam olarak nerede konumlandıracağı tam bir muamma. Tıpkı Ay gibi yörüngesine oturacağı sürpriz faktörlere dayalı bu ilk aşamada. Bir süre sonra ise Ay gibi tastamam bir noktaya oturtulabilmesi için akıllı bir elin değmesi gerektiğini düşünüyorum. Alter-ego kavramı ise insanı ele aldığımızda bence çok tekil-diğer bir karakter. Psişemizde sayısız karakter var ve Moonkid de benim içimdeki sayısız karakterden bir tanesi. Çocuksu merakı, yabancılığı, gözlemlemeyi ve var olma isteğini ifade ediyor.

Bana ilk gönderdiğin e-postada içinde bulunduğumuz çağda müziğin üretimi, paylaşımı, tanıtımı ve tüm bunları takip eden sürece dair sorgulamalarını paylaşmıştın. Sakıncası yoksa o soruları herkesin okumasını isterim.

“Yeniden üretilebilirlik çağında müzisyen kendini neredeyse yalnızca reklam ve PR ile var eden şekilsiz bir form gibi; markalaştıktan sonra mı kabul görüyor? Kişisel beğeni dediğimiz olayın dahi bu ön koşuldan sonra devreye girdiğini düşünmekle yanlış etmiş mi olurum? Bağımsız müzik kavramının içinin boşaltılması ve başkalaşması tam olarak bu sebepten ötürü olabilir mi? Müzikalite ve sanatsal kaygılar taşımak ‘piyasayı’ reddetmek mi demektir? Underground’dan overground’a çıkan müzisyenler neden eski dinleyicilerini üzerler? Toplumsal beğeni ve marketing birbiriyle ne kadar ilişkili? Aynı zamanda bir performans sanatı olan müzik çoğunlukla bir eğlence aracı mıdır? Şirketleşmeye yanaşmayanlar neden kendi bağımsız şirketlerini kurarlar?” gibi şeyler sormuştum.

Pazarlama çağında pazarlamanın toplumsal beğeniyi ve dolayısıyla da üretimi şekillendirmesinden kaçınmanın herhangi bir yolu olabilir mi sence?

Estetik algımızla ve neden sanat tükettiğimizle çok yakından ilişkili bu bence. Eğer samimi ve içsel etmenlere dayanıyorsa pazarlama yalnızca erişilebilirlik açısından büyük bir öneme sahip. Bunun haricinde ise marka ve isme olan zaafımız belli bir farkındalık seviyesine kadar çok belli formüllere bağlı ve rahatça programlanabiliyor. Kaçınmak zorunda mıyız bilmiyorum, sonuçta insan algısı şu an böyle ve eğer insanlara ulaşmak istiyorsak bunun yöntemleri belli. Bunu çok kötücül bir şey olarak görmüyorum. Fakat o vakte dek benim kontrollü deneyim pazarlama yapmamak oldu. Bu sayede daha hakiki verilere ulaşacağımı düşündüm.

Hem alternatif hem de ingilizce sözlü müzik yapan bazı müzisyen/oluşumların bu ülkede müziklerinin anlaşılacağına dair bütün ümitlerini kaybettiklerini gözlemliyorum. Sen ne düşünüyorsun bu konuda, “bazı” müziklerin gerçekten hiç mi “anlaşılma” ihtimali yok? Bir de tabii “müziğin belli bir coğrafyayı hedeflemesi” kavramına nasıl bakıyorsun?

Bugün müzik internette yaşıyor. Sahneler ise sonra geliyor. İnternet dünyayı saran bir ağ olduğundan coğrafi sınırlar büyük oranda aşıldı. Bundan sonrası internet kullanıcılarının kafalarındaki sınırlarla ve merak güdüleriyle alakalı. Anlaşılmama kaygısı gütmek bir yandan çok doğal öte yandan da çok gereği olmayan bir kaygı sanırım. Milyarlarca müzik, sayısız müzisyen var. Kim kimi anlayacak, sen neyi anlatmak istiyorsun, kim anlasın istiyorsun, bu soruları adamakıllı yanıtlayıp sabırla takip ettikten, yaptığın şeye inandıktan sonra kimse anlamasa dahi o işin kıymetli olduğuna inanıyorum. Ki bir süre sonra anlayan birileri de mutlaka çıkıyor, daha doğrusu anlamak zorunda kalıyor veya -mış gibi yapıyorlar.

Burada anlaşılmayacağını düşünerek Avrupa/Amerika’yı hedeflemek de bir başka eğilim. Dünyaya, daha doğrusu batıya açılmayı hedeflemek bu ülkedeki dinleyiciyi hepten gözden çıkartmayı gerektiriyor mu sence, yoksa bir denge tutturmak mümkün mü?

Avrupa/Amerika’nın hedeflenmesi mevzusu biraz da zorunluluktan. Burada umursanmayan veya beğenilmeyen işlerin Avrupa’da saygı görüp yatırım yapıldığı durumlar oluyor. Bu çok klişe, “Pavarotti Türkiye’ye geldi konservatuvara giremedi.” mitiyle alakalı bir durum. Bizim insanımız illa başkası beğendiyse beğeniveriyor çoğu şeyi. Bu da genel olarak insanımızın beğeni algısının kişisel yönelimlerden ziyade imaj ve intiba takıntısıyla alakalı olduğunun basit bir göstergesi.

Doğu müziyle ilişkin ne seviyede? Sentezde özgünlük yakalayabildiğin için derinine indiğini düşünüyorum, doğu ezgilerini öğrenirken kimlerden beslendin?

Bu coğrafyanın, bu kültür mirasının üzerinde yaşıyor olmak pek çok açıdan pek yabana atılacak bir durum değil. Doğu müziği deyince aklımıza ilk olarak arabesk ve halk müzikleri geliyor. Fakat bana Doğu müziği Doğu Roma’dan başlayarak Hindistan’a kadar uzanan bir coğrafyayı çağrıştırır. Muazzam ve sınırsız bir birikim bu. Çocukken annelerimizin söylediği ninniler Hicaz makamında, sokakta oynarken söylediğimiz şarkılar doğu makamlarında, her gün duyduğumuz çoğu ses bu alandan bir şeyler taşıyor… İnkar edemeyeceğimiz bir şeyler kazındı bize. Türk Halk, Sanat Müziği köklerinin Bizans’a dayandığını öğrendiğimde bir kilise ayini dinliyordum. Çok şaşırmıştım. Sanırım bu yüzden, bir ruh taşıyan, ender bir yerlere dokunan sesler ve müzikler genellikle Doğu müziğini anımsatır bana.

Müziğindeki doğu motiflerinin müziğinin batılı kulaklar tarafından algılanışını nasıl etkileyeceğini düşünüyorsun?

Algılanışı ne yönde, ne kadar, olumlu mu olumsuz mu etkileyeceğini kestirmeye pek çalışmıyorum. Benim elimdeki materyal, birikim bu. Benim yaptığım müzik kendime yakın diyebildiğimde, şimdilik böyle şeyler oluşuyor. Reddedemeyeceğim bir durum bu. Kulak aşinalığı olmayan insanların dinleyemeyeceği kadar doğu yöntemleri de kullanmıyorum. Biraz ortada bir yerde, bizim gibi. Geri kalanı kişisel beğeniyle alakalı.

Dalai Lama Türkiye’ye geldiğinde bir laf etmişti, düşündürmüştü: “Asya’da iken Asyalı insanlar gördüm, Avrupa’da iken Avrupalı insanlar. Türkiye’ye geldiğimde ise Avrupai giyimli Asyalı insanlar görüyorum.” Bu söz bence bu konularla alakalı pek çok soruya başlı başına bir yanıt verebilir.

Benim sorularım bu kadar, senin eklemek istediğin herhangi bir şey var mı? Zaman ayırdığın için çok teşekkürler ve ‘deney’inde bol şans.

Ülkemizdeki müzik algısı, müzisyenler ve dinleyiciler üzerine akıl yürüten ve bunu insani etmenlere özen göstererek yazan birilerinin olması her zaman çok kıymetli benim için. Bu sebeple ben teşekkür ederim, çalışmalarını merakla takip edeceğim.