24 Aralık 2015 Perşembe

Takıntı 53

Takıntı, yayınlandığı dönem içerisinde takılıp kalınan, hastalık derecesinde dinlenen, çeşitli tarzlara sahip 5 şarkıyı kapsıyor. Dinleyiniz.

Deniz Erden

Giriş Parçası:Lyla Foy – Velvet

Unknown Mortal Orchestra – Can’t Keep Checking My PhoneTame Impala – Yes I’m ChangingAdult Jazz – SpringfulJamie XX – Stranger In A Room (feat. Oliver Sim)Modest Mouse – Strangers To Ourselves

22 Aralık 2015 Salı

Piyano Piyano Bacaksız 6

Çağdaş Klasik Müzik sanatçılarına yer verdiğimiz kaydın 6.sını aşağıda bulabilirsiniz.

evrim

Ludovico Einaudi – DropFederico Albanese — The Sudden SympathyYann Tiersen – Porz GoretOliveray – Growing WaterwingsMax Richter – Path 3

19 Aralık 2015 Cumartesi

WhatsApp 5

Yine kendimi ön plana çıkarıyorum ve yıllardır sadece 2-3 kişinin bildiği bir şeyi paylaşıyorum. 2 kayıt öncesinde bir cover ile karşınıza çıkmıştım, şimdi ise 2005 yılında sözünü ve müziğini yazdığım, evde en ucuzundan mikrofon ile ve ek bir program kullanmadan, direkt kaydettiğim bir şarkı ile karşınızdayım. Şarkı, sevdiğim kişinin yanımdayken ve uzaktayken ona kavuşma isteğimi anlatıyor. Parçanın adı Duygu, dinleyin bakalım ne hissedeceksiniz?

İkinci parçada ise, WhatsApp 2‘de zeytinleri, çamları unutmayalım diyen Kaan‘a sevdiceği Elif‘ten duygu boyutunu 2-3 kademe arttıran bir geri dönüş var. Kaan‘ın doğum günü sürpriziydi bu kayıt ama 2 gün gecikmeli yayınladığım için özürler ve mutlu mutlu yıllar. Bu arada Elif’in de çok iyi darlama potansiyeli var, gecikmedeki payı ona atarak sorumluluğu elden bırakabilirim.

Programın devamında ise;

Feyzanur, Can Güngör parçası ile devam etmemizi isterken,Gamze, dinleyen herkesi halinin hainliğine varmasını diliyor.

Son olarak da adını henüz bilmediğim ama birazdan öğrenip burayı güncelleyeceğim kişi Fikret Kızılok – Düşler parçasını yeniden yorumlamış.

Yeni bir kayıtta görüşmek üzere.

Numarayı hatırlatıyorum: +90 555 575 22 44

evrim

Evrim – DuyguLene Kristiansen – One Of These DaysCan Güngör – 9.00Emre Temiz – Halin HainFikret Kızılok – Düşler

17 Aralık 2015 Perşembe

Blur – The Magic Whip

Blur, 12 yıllık büyük bir hasretin ardından 8. albüm “The Magic Whip” ile aramıza nisan ayında geri döndü. Uzun aralardan sonra genelde tarz değişikliği gördüğümüz ya da tatminsizlikle sonuçlanan büyük gruplara bakılırsa, Blur bu ritüeli bozmayı başarıyor. Kariyerlerine devam eden grup üyelerinin, bu süreçte olgunlaştıklarını ve o tanıdık Blur-ish havayı da kaybetmediklerini gözlemliyoruz. Grubun 12 yıl sonra fikrini değiştiren şey ise; 2013’te Japonya konserlerinin iptal olmasıyla, tesadüfen Hong-Kong’ta geçirdikleri 5 günlük mola sırasında küçük bir stüdyoya girerek 15 şarkı kaydetmesiydi. Bu kayıttan 1 yıl sonra Damon Albarn’ın şarkıların sözlerini de yazmasıyla albüm son halini aldı ve grup tekrar listelerde 1 numaraya yükseldi. Graham Coxon’ın dönüşü bir hayli hissedilirken, eleştirel ve edebiyattan beslenen sözleriyle Damon Albarn’daki “Everyday Robots” ve Gorillaz etkileri de göze çarpıyor. Sadece salt İngiliz kültürüyle kalmayıp, orada  bulundukları zaman dilimi boyunca oldukça etkilendikleri uzakdoğu kültürünü de müziklerine ve kliplerine yansıttılar.

Albümün ilk şarkısı Lonesome Street ile adeta soğuk bir Londra gecesinde ellerimiz cebimizde gözlerimiz gökyüzünde yürüyoruz. Bazen yola tanıdık hisleri bulmak için çıkarsın. Çünkü bilirsin ki tekrar rastlarsan ilk günkü gibi gülümsetir. O kapıdan çıkarken tam da bu hisle gülümsüyoruz;  “merak etme sonu da öyle olacak” diyor içimizde bir yer. Şehrin gözümüzde kocaman olduğu, binaların gökyüzüne uzandığı caddenin ara sokağındaki bir bardan Go Out sesleri geliyor.  İçerideki kahkaha seslerine sigara kokusu sinse de müzik hala iyi. Sağda ve solda yanıp sönen neon ışıklar sokağı aydınlatıyor. “Bu şehirde olmak ister miydin?” yazan bi duvarın yanından geçerken Thought I Was a Spaceman’i duyuyoruz. Gözlerini kapatırsan istediğin her yere gidebilirsin diyor biri. En kolay yolu bu. I Broadcast ile savrulduğunu unuttuğun bi yere gidebilir ya da My Terracotta Heart ile içini sızlatmaya söz veren biriyle bile bile dans edebilirsin. Seçim senin. Ama biliyorsun; farklı yerlere gitse de hikayelerimiz, eşlik eden şarkılar aynı.

The Magic Whip’le iyi yolculuklar!

Deniz Erden

15 Aralık 2015 Salı

Unknown Mortal Orchestra – Multi Love

Her ne kadar uzun süredir ABD’de ikamet etse de Yeni Zelanda’nın saykodelik müzik gururu diyebileceğimiz Ruban Nielson’un grubu Unknown Mortal Orchestra (UMO) oldukça nostaljik ve aynı zamanda yenilikçi diyebileceğimiz iki albümden sonra Multi-Love ile tekrardan aramıza döndü.

Avrupa, Amerika ve Avustralya kıtalarını kapsayan oldukça uzun bir turnenin sonrasında verilmiş bir aranın ürünü olan albüm bu sefer daha farklı ve çok daha heyecan verici bir sulara açılmış. Çoluklu çocuklu bir aile babası olan Nielson’un eşi ile birlikte evliliklerini ve ilişkilerini yeniden keşfettikleri ve sınırlarını zorladıkları çalkantılı bir dönemin ürünü olan albüme ismini veren Multi-Love şarkısı da tam olarak söz konusu dönemi anlatıyor.

Nielson’un özel hayatının etkileri albümün her bir köşesine sinmiş durumda. Yaşadıkları dönemin oldukça heyecan verici bir şekilde başladığını, karışıklıkların ise zamanla ortaya çıktığını şarkıların sıralanışından da anlamak mümkün. Albüm Multi Love, Like Acid Rain ve Ur Life One Night gibi yüksek şarkılarla başlayıp zamanla daha karanlık bir atmosfere doğru ilerliyor. Tüm şarkılarda saykodelik his ve sonik denemeler tüm hızla devam ederken, Sly and The Family Stones veya Curtis Mayfield vari soul-funk etkileşimlerini de birçok şarkıda duymak mümkün.

The World is Crowded ve Stage or Screen gibi şarkılar kolaylıkla pop hitleri olabilecek melodilere sahip; ancak UMO ile ilgili sevdiğimiz noktalardan birisi zaten böyle melodilerde kolaya kaçmayıp deneysel yorumuna devam etmesi.

Geçtiğimiz ay Salon İKSV’de izleme şansına sahip olduğumuz ve müzisyen kalitesi ile herkesin kulaklarını şenlendiren UMO, farklı kıtalarda konserlerine devam ediyor.

Şimdi sizi albümle baş başa bırakalım.

Mustafa Yüksel

12 Aralık 2015 Cumartesi

İlk Albümler: Radiohead

Radiohead yıılarca kimi çevreler tarafından döneminin en iyi grubu, kimilerince en abartılmışı olarak lanse edilerek hep tartışılmış, göz önünde olmuştur. Öyle ki grubu “This is our Pink Floyd” diye 70’lere gönderme yaparak grubun büyüklüğünü gösterme amacıyla hareket eden insanlar bile olmuştur ve olmaktadır. Hatta “Radiohead and The Philosophy: Fittier Happier More Deductive” kitabında bu tartışılan konulardan biridir. Kısaca bu benzetme akademik bir alana bile intikal etmiştir. [1]

Her albüm değişen müzikleri, grubun vokalisti Thom Yorke’un ilginç demeçleri ve garip kişiliği sebebiyle dönem dönem bu tartışmalar daha da artırmıştır. Grup üyelerinin kişisel hayatlarındaki müzikal eğilimlerini grubun müziğine paralel olarak yansıtmaları sebebiyle, Radiohead dinleyici odaklı değil, kendi etkilendikleri müzik fabrikasından ürünlerini çıkartmıştır hep. Özellikle grubun solisti Thom Yorke ve gitarist Johnny Greenwood bu müzikal eğilimlerden sıklıkla bahsetmekte ve yer aldıkları yan projelerle bu konu hakkında birçok bilgi de vermiş olmaktalar.

Peki albümler arası farklılar olan, sürekli bir müzikal değişim içinde öngörülemezliği sebebiyle heyecan verici çalışmalara imza atan Radiohead ilk nasıl ortaya çıktı? Onları bugüne kadar getirecek olan müzikal değişimlerin temelinde neler vardı, bu gelişimin başlangıç noktası neydi, kuruluş aşaması nasıl oldu? Tüm bu sorulara cevap vermek için tarihten faydalanarak belki birtakım çıkarımlar yapmak mümkün olacaktır.

Radiohead üyelerinin tanışma hikayesi Abingdon’da başlıyor. Ortaçağ görünümünü koruyan tarihi ve muhafazakar bu şehirde 1100 yılında kurulan erkek okulu Abingdon School’a giden beş genç Radiohead’in temellerini bu okulun koridorlarında atıyor. İlk kurdukları grubun ismi On a Friday. 86’dan 91’e kadar On a Friday adı altında birçok demo kaydediyorlar. Grupta aynı zamanda 3 adet saksafonist bulunmakta. Bu açıdan On a Friday’in fikir anlamında sıradan bir rock grubu olmadığı çok açık. O dönemki bazı parçalardaki inişler çıkışlar, kirli gürültülü gitarlar, genelindeki depresif hava aslında Radiohead karakterinin ilk işaretleri. Grubun o dönem kaydettiği demolardaki şarkı yapılarına bakıldığında Pixies’in payının yadsınamaz derecede olduğu görülmekte. Sert ve gürültülü gitarlarıyla öne çıkan Pixies ayrıca rock müzikte ani düşük tuşe-yüksek tuşe geçişlerini ilk kullanan grup olmasıyla On a Friday’i hayli etkilemiştir. Grubun Pixies’den ne kadar çok etkilendiği Gouge Away belgeselinde de Thom Yorke ve Johnny Greenwood tarafından bahsedilir.

Yine de bu demolar Radiohead’in bilinen kompleks müziğinden oldukça uzak, standart ve dönemin popüler akımları etkisinde pop-rock şarkılarıydı. The Smiths ve R.E.M’den oldukça etkilendiğini birçok kez belirten Radiohead’in On a Friday demolarında, bu iki grup stili gibi sağa sola sapmadan akıcı giden parçalara, özellikle 86 yılındaki demolarda Morrissey etkili vokallere rastlanıyor. Ayrıca ilk kuruluş yıllarında Johnny Greenwood’un klavyede olduğunu daha sonradan gitara geçtiğini belirtmek de fayda var.

Grubun müziğindeki depresif hava kuşkusuz Thom Yorke’un kişiliğiyle bağlantılı. Thom Yorke’un sol gözü inik olduğu için küçükken alay edildiğini, birçok kez kendini kavga ortamında bulduğunu ve dışlandığını belirten açıklamaları vardır. Bu yüzden muhalif tepkili, antisosyal, çekingen bir yapısı olmuş, bu kişiliği Abingdon’ın kaotik ve gri renkleriyle karışınca grubun müziğinde ortaya üzüntülü bir atmosfer çıkmış.

İlginç bir durum var ki On a Friday demolarında bile Radiohead’in albümleri arasında olduğu gibi farklılıklar var. Demo albümler aynı tür müziğin bir ürünü gibi durmuyor. Dolayısıyla On a Friday de Radiohead gibi sürekli bir yenilik ve deneme halinde. Üyelerin aynı insanlar olduğu düşünülürse çok da şaşırmamak lazım. On a Friday’deki müziği amatör bir ruhla ifade etmek gerekirse kafa karışıklığı da denebilir. On a Friday’den yola çıkarak Radiohead’in müzikal anlamda standart ilerleyen bir grup olacağını söylemek hayli güç.

86’ demonun 4. parçası - 88’ Woodworm - 90’ Union Street - 91’ Dungeon ve 91’ Manic Hedgehog

Sene 91 olduğunda On a Friday birçok demo kaydetmiş bir grup olarak EMI adlı şirketin dikkatini çeker ve Radiohead olarak isim değiştirir. Grubun ismi Talking Heads’in Radio Head adlı parçasından alınmıştır. Bu isimle 92’de Drill adlı bir EP kaydeder ve bu EP’deki şarkıların yer aldığı ilk LP albümü 93’te çıkar: Pablo Honey. Pablo Honey günümüz Radiohead’e nazaran On a Friday’e daha yakındır. Radiohead’in iplerini koparıp, On a Friday’de hafiften hissettirdiği alışılmışın dışı kafa yapısını tam anlamıyla yansıtmasına daha iki üç sene vardır. Bir başka deyişle Pablo Honey Radiohead albümünden ziyade daha çok bir On a Friday albümüdür.  Düz ve akıcı bir şarkı trafiğine sahip, kendi dönemindeki müziklerden çok ayrılmayan, bol akorlu gitarların yer aldığı bir tür rock müzik icra etmektedir. Radiohead’in müziğine en yakın öge kuşkusuz Thom Yorke’un ağdalı, uzayan, depresif tatta ilerleyen vokalleridir. Albüm tema olarak ise Thom Yorke’un kişiliği sebebiyle toplumdan dışlanmış hissetme, içe kapanıklık, izolasyon, karşılıksız aşk gibi konulara dayanır. Albümden çıkan ilk single Creep İngiliz müzik basınının dikkatini çeker ve gruba belli bir tanınırlık kazandırır. Fakat birçok önemli müzik yorumcusu albümü beğenmez, BBC radyo ise single’ı fazla depresif bulduğu için yayınlamaz.  93 yılı grunge müziğin dorukta, Cobain’in hayatta olduğu dönemler olması sebebiyle Radiohead de nasibini alır. Nirvana’yı kopyalıyor, Yorke Cobain’i taklit ediyor diye çok fazla eleştiri yöneltilir. Tüm bunlar sebebiyle Radiohead İngiltere’de bir tek üniversitlerde ve barlarda sahne alabilir. Öte yandan, Creep single’ı Amerika’da radyolarda çalınıp seviliyor ve grup Kuzey Amerika turuna çıkar. 150’den fazla konser verdikten sonra evine döner ve klasik Radiohead karakterinin belireceği ikinci albüm The Bends için Abbey Road Stüdyoları prodüktörü John Leckie ile albüm çalışmalarına başlar.

Mustafa Şardan

10 Aralık 2015 Perşembe

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

Öncelikle niçin bu kitabı seçtiğimizi birazcık anlatalım. Popüler kültürün gazabından sakınmaya çalıştığımız post-post-modern dünya halinde kitapların sinemaya uyarlanmasıyla, yazılan eserin atmosferinin dışına çıkılması işten bile değil. Bilahare diğer taraftan, kitaplardan uzaklaşmış nesle belki de bu eylemi sevdirmesi de olası. Bu kitabı seçmemizin ilk sebebi budur: filmden ziyade kitabın aslında nasıl bir atmosferde geçtiğine dair müzikleri aracı tutmak. İkinci bir sebebi ise, diğer kitaplardan biraz farklı olarak, müziklerin, şarkıların kitabın içinde yedirilmiş olması. Yani, bir olay karşısında arka planda çalan bir şarkının tarifi veya direkt ismi değil de, teşbih yoluyla şarkıların dile getirilmesi.

Bu sebepten şarkı isimlerini bu yazıda direkt olarak yazmadık. Onun yerine kitaptan alıntılar yaparak, o şarkıları okumanızı sağladık.

Feyza Arguç

Arabeskin ortasına, Tophane’yi mesken tutup usulca süzülüyoruz. Oradan biraz Türk Sanat Müziğinin etrafında dolanıp, mahalle jargonuyla söylenmiş şarkılara adım atıyoruz.

Bitirim, alaycı, arabesk istidatlı, ismi bilinmeyen, birinci sınıf bir kahraman olamayacak, hani belki ikinci veya üçüncü şahsı karşılayan bir tipleme ile çıkıyoruz yolculuğa. Yabancı bir şehirde yolunu kaybetmiş yabancı numarasına yatan, esnafa yol sorup, muhabbet eden, bir sohbetten kalkıp, sonraki sohbete kadar, içeriden sessizce o şarkıyı, Avaramu’yu, mırıldanan yırtık bir delikanlıyla…

“Duş aldım, tıraş oldum. Bir kahve yaptım kendime. Sigaramı sardım. Bir tek, şarkım türküm eksikti. O kadar kusur kadı kızında da olurdu. Zaten bu hayatta, her zaman bir şeyler eksikti. Ya da bana öyle gelirdi.”

Bu sözler, Turgut Uyar’ın Kaçak Yaşama Yergisi şiirini hatırlatıyor;

“Hiç umurumda değil yoksa yalnızlıklar, bozuk paralar, uzun boylu ay ışıkları,Gelip giden sarhoşluklar, sabahleyin yalnızYatakta az üşümek, hani insanın kendi kendini bulamadığı,Hatırlayamadığı saatler olur ya, işte onlar.Bir keresinde  böyle saatlerin birinde bir şarkı duymuştum da işimi gücümükoyup sokak sokak bir kadın aramaya çıkmıştım.…

Halbuki biliyorum biliyorum ama ne ben yokum ne onlar eksik…”

Hikaye içindeki hikayeye göre adam, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor. Ruh eve sığmıyor. Sabahları kadından önce kalkıyor, şehrin uzak yerlerinden hikayeler topluyor ve sonra tekrar gece yarısı kadına geri dönüyor. Sonrasında ise hikayedeki kişilerin ilişkisi bir “çıt” sesi ile bitiveriyor. Hikayenin bizim hikayemizden ithal olup olmadığını okudukça kavrıyoruz. Ki Müzeyyen de bu durumu kendini anlatma aracı olarak görerek kahramanımızın aklını bulandırıyor.

Kitabın girişine yakın bir yerlerden, Orhan Gencebay’ın sesi, muazzam bir eleştiri birlikteliği ile duyuluyor:

“Hükümet kerhane önünden geçiyor, devlet erketeye yatıyor, vatandaşa da dut yemek düşüyordu.

Şarkıları, acil çıkış kapıları bulamayanların ve aramaktan vazgeçmiş olanların, koşulları yırtamadığı için kendini yırtmışların ruhlarında yer altı nehirleri gibi akan Samsunlu Orhan abim işi biliyordu: “Kula kulluk edene, yazıklar olsun.” Neticede Orhan abimin cümlesinde de bir “kul” mevzuu vardı ve bu laf ortada olduğu müddetçe, tilkilerim bana rahat vermezdi.”

Tophane’nin yaman bitirimlerinin arasına dalan kahramanımız Esnaflar Kıraathanesi’ne konuşlanıp etrafı kesmeye başlıyor. Bir yandan çalan “Satmışım anasını ben bu dünyanın” şarkısı ile meşgul olurken, diğer yandan tütününü sarıyor.

O anda etrafta olup biten tüm seslere odaklanıp, şarkıları ayrı ayrı yazmaktansa, yazarın yaptığı gibi paragraf içerisinde eritip aşağıya alıntılıyoruz;

“Semt, altıkol iskambil oynar gibi sinyaller, işmarlar, manyeller ile sessiz sedasız inliyordu ki, tüp gaz dağıtımı yapan bir kamyonet, hoparlöründen yayılan sinir bozucu bir melodi ile geçti. Hemen ardından rakip firmanın kamyoneti, kendi melodisi ile geçti. Semtin veletler korosu, “Oooo, ayıpsın ayıp!” nakaratı ile geçti. Nakarat, on metre yürüdü, “Ablanı alacağım, enişten olacağım, sana koca bulacağım” faslına geçti. Bastonlu dedeler, “Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç” ile geçti. Vakit geçti. Esnaflar Kıraathanesi’nin televizyonunda, Tütüncü Roza göğüsleri ile bir kadın şarkıcı ağır sahra topları gibi geçti. Geyik bakışlı iki turist ve boya sarışını bir fıstık geçti. Delikanlılar top üstünde kıza dönüp, su altı senkronize yüzücü vaziyeti alıp şarkıya geçtiler: “Kız hepsi senin mi?”. Boya sarışını fıstık, “Misafir ol gel bana, börekler açayım sana” edasıyla, hafif şıkıdım geçti. Görmüş geçirmiş, hayatın sırrına ermiş kadın sesli bir kız çocuğu, bakışı çakal bir taksicinin kaset çalarında gerçi: “Bana her şey seni hatırlatıyor.””

“Bir zamanlar sivil siyasi çalışan ağabeylerimin kullandığı, simsiyah, yılan gibi bir elli altı ile Samsunlu Orhan abim, ağır çekim, kayarak, süzülerek geçti: “Dünya bir dert hanesiyse, ben çilemi doldurmuşum, bir mektepse eğer hayat, ıstırapla okumuşum.”

“Tevellütü müsait olmayanlar dışında herkes, esas duruşa geçti. Şarkı, hepimizin halini hatırını sorup, veletlerden makas alıp, selam edip geçti. Ellerimizi kalplerimiz üstüne koyup, boyun kırıp, “Eyvallah abi,” dedik külliyen, “hürmetler abim benim.” Herkes adına acı çekmekle dönüşerek, artık abide halini almış Samsunlu Orhan abimden sonra, her şey eski haline geçti.”

“Film bitmiş de, herkes salondan çıkarken, aklı son sahneye takılı kalmış, koltuğuna çakılı adam ruhuyla baktım. “Ulan,” dedim, “bu milletin tarih kitabına ihtiyacı yok. Şarkıları peş peşe diz, koy kasete, ver radyodan…” Kışlanın önünde redif sesi ile başla, Çanakkale içinde vurul, az zamanda, çok işler başar, açık alınla on yılda çık, araya bir fokstrot, bir yurttan sesler korosu koy, Şişli’de bir apartmana takıl, yârin İstanbul’u mesken tutsun, görsün güzelleri seni unutsun, gurbet elde bir hal gelsin başına, “Yaşa! Var ol!” muhabbetiyle Harbiye önlerinden geç, deniz ve mehtap sorsunlar seni, mani olsun halini takrire hicabın, Kalamış’ta huzur ara, havanı al, ak güvercinler uçur, Gemerek’ten dön gel, sararsın rengi ruhsarın, kolbaşının kıratını şahlandır, geç arı, kovan, petek muhabbetine, sarı çiğdeme sor, bir de Nataşa patlat… Meraklısı varsa, aralara Elvis, Bitıls atsın, mevzuyu renklendirsin isterse.” (Meraklısıyız diye aralara serpiştirdik biz de)

“Hayatımız müzikaldi ya da bana öyle geliyordu. Müzik satsak köşe olurduk. Bıraksalar, “Saraçhanebaşı buz tuttu, Arap Kamil, Naciye’yi dost tuttu” ile, o olmadı mı, “Unkapanı’nda Hacıbaba’da oynacılar var, koymacılar var” ile dünya listelerine girerdik. Bırakmadılar. Soktular sınıflara, “Daha dün annemizin, çiçekli bahçemizin…””

Film montajcısı olup sonradan bu işi bırakıp yazmak isteyen bir adamın hikayesiydi bu, ancak yeni başlıyordu. Müzeyyen’e yazdığı hikayeleri anlatırken, Müzeyyen her bir hikayeye bilmem ne kitabında geçiyor buna benzer bir hikaye diyip kahramanımızın halet-i ruhiyesini yüksek dozajlı bir yok olma çemberi altına alıyordu. “Bir yerlerde, sesi mor hareli Müslüm abim söylüyor ya da bana öyle geliyordu: “Bu dünyada yerim, yokmuş yokmuş. Keşke bir yalan olsaydım, olsaydım.””

Müzeyyen değişik bir kadındı. Bu sebepten mi gitmişti?

“Aynadaki kadın benim zıttım,” demişti, “ben ne kadar ev haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben gündüzüm, o gece… Çapkın, güçlü, özgür.”

“Müzeyyen” dedim, “sende hicran yarasından derin yara var mı?” Verdiği cevabı alıp, suda eritip, yemeklerden sonra bir kaşık: “Ben böyleyim.””

Son olarak, akışın içerisinde bir şekilde yolları ayrılan Müzeyyen ile kahramanımıza Galata’nın diplerinden uzaktan uzağa bakarak şahitlik yapıyoruz;

“Müzeyyen,” dedim, kendi kendime, elimde Kürt börekleri ile dikildiğim kenardan, “çok güzelsin, çok.”

“Allah ruh güzelliği versin” dedi bir tarafım. “Gözler ruhun aynasıdır” dedi bir şarkı.

Müzeyyen’in, ilk zamanlarımızdaki bakışları ile çevresine gülümsediğini gördüm. “Bugün yine gönlümün bahçesinde gezindim” bakışlarını, “Sensiz sazın zevki mi var?” bakışlarını ve bitpazarı hamalının taşıdığı aynalı konsol önümden geçerken, kendi bakışlarımı: “Öyle bir derde giriftarım ki…”

Kilidin dile yuvasına otururken, tarifi imkansız bir ses çıkardı.

-bitse ne olur,

bitmese ne?-

8 Aralık 2015 Salı

Kurt Cobain – Montage of Heck

Yayınlanacağını duyduğumuz günden beri merakla beklediğimiz Kurt Cobain solo albümü Montage Of Heck: The Home Recordings 13 Kasım’da dinleyiciye sunuldu.

Albüm ismi, “X kuşağının sesi” olarak kabul edilen Kurt Cobain’in evde kaydettiği şarkı kolajları, radyo alıntıları ve kendi ses kayıtlarından oluşan bir kasete verdiği isimden gelmekte. Kaset içeriğinin yanına daha önce duymadığımız şarkılar da montajla dinlenebilir hale getirilerek eklenmiş.

Albümü dinlerken daha fazla keyif alabilmeniz içinse önerim önceliği aynı ismi taşıyan belgesele vermeniz olacak. Belgesel, sonrasında yayınlanan albüme tamamlayıcı bir nitelik kazandırmış. Dolayısıyla ilk olarak belgeseli izlediğinizde albüm içeriğini daha fazla özümseyebilir ve daha fazla tat alabilirsiniz.

Belgesel, Kurt Cobain ve Courtney Love’ın kızları Francis Bean Cobain prodüktörlüğünde ve yönetmen Brett Morgen tarafından hazırlanmış. Yönetmene tüm aile arşivine sınırsız erişim hakkı verilmiş ve yönetmen yaptığı bir açıklamada “200 saatin üzerinde yayınlanmamış müzik ve ses kayıtları, saymakla bitmeyecek ev kamerası görüntüleri ve 4.000 sayfanın üzerinde yazılar ve çizimler” ile karşılaştığını söylüyor. Buradan da anlaşılacağı üzere belgesel bugüne kadar Kurt Cobain ve Nirvana ile ilgili duyup, gördüklerimizden farklı olarak müzisyenin iç dünyası ve hayata bakış  açısını somut kanıtlarla ele alıyor.

Ayrıca belgeselde kasetin kayıt süreciyle ilgili olarak müzisyenin o dönemde birlikte kaldığı sevgilisi Tracy Marander şöyle söylüyor, “Bazen öylece oturup 4 saat Tv izlerdi.Bir şey üretmediğini düşünürsünüz ama bunu yaparken gitar çalıyor ve ya bir şeyler düşünüyor oluyordu. Sonra birkaç saatliğine gidip geldiğimde duvara bir resim veya karikatür çizmiş olurdu, bir şarkı yazıp kaydetmiş olurdu.”

Kısa ve uzun olmak üzere iki versiyonu bulunan albümü aşağıda bulabilirsiniz.

Aylin Şentürk

6 Aralık 2015 Pazar

Nadine Shah – Fastfood

İngiliz müzisyen Nadine Shah, geçtiğimiz yıllarda piyasaya sürdüğü iki single ve ilk albümü Love Your Dum and Mad (2013)’le etkileyici, aynı zamanda karanlık müziğini bizlerle tanıştırmıştı. Sosyal yaşamın ruh sağlığı üzerinde büyük bir etkisi olduğunu düşünen Shah’ın zihninde bu düşüncenin belirmesindeki en büyük etken yakın çevresinden iki arkadaşının kendi yaşamlarına son vermelerine tanıklık etmesi. Bu genç ölümler, sanatçının içinde derin yaralar açmış ve ilk çalışmalarında karanlık bir taraf olarak dışa vurulmuş.

İki yıllık bir aranın ardından, nisan ayında yeni albümü Fast Food’la dikkatleri üzerine çekmeyi başaran Shah’ın hipnotik sesi albümde yine ön saflarda yerini alırken, sade sözleri ve hüzün kokan güçlü müziği ise bu harika şarkıların en büyük dayanağı. Ölümün yıkıcı etkisinden kendini bir nebze olsun kurtaran sanatçı bu albümünde sevdiği ve sevildiği insanların portrelerini çizmeyi seçmiş. Müzik çevreleri Shah’ın müziğinin PJ Harvey ve Nick Cave’e olan benzerliği üzerinde dursa da bu albümle kendine özel hayran kitlesini genişletmeye başladığı aşikar.

İngiltere’nin küçük bir kasabasında Norveçli bir anne ve Pakistanlı bir babanın aşkı sonucu dünyaya gelen Nadine’nin şarkılarında, bu çok kültürlülüğü hissetmek mümkün. Çünkü albüm tıpkı farklı kültürlerle örülü bir şehirde gezmek gibi aynı anda farklı duyguları size tattırıyor. Bu duygu yoğunluğuna, bir de müziğe başlamasında büyük ilham kaynağı olduğunu söylediği Nina Simone melankolisi ve kalbinize işleyen bir ses eklendiğinde karşınıza dolu dolu bir hafif müzik albümü çıkıyor.

Doğa Göçük

Albüm için ise sizi şöyle alalım:

3 Aralık 2015 Perşembe

Trip 8

Sizi rüyalardan rüyalara sürükleyecek bir yayın hazırladım. Adım sanım Trip, tek amacım da rüya ile boşluk arasındaki duyguyu tam olarak verebilmek.

Başınıza geleceklerden de sorumlu olduğumu belirtmek isterim. Beklenmeyen bir durum olduğunda danışabilirsiniz.

Hadi o zaman sizi 8. kayıtla baş başa bırakıyorum.

evrim

Pawel Osmolski – Big BootsChelsea Wolfe – SurviveWarpaint – WarpaintLe Days – As Long As You WinSnow Ghosts – Angry Seas